Hani “Siyaset denilen şey aslında umut dağıtmaktır” falan denir ya;

Büyük olasılıkla Mart 1994 seçimlerinde de bu ihtiyaçtan dolayı olacak, ilk defa rahmetli Ecevit; bugün hemen herkesin bildiği ve Sayın Erdoğan ile özdeşleştirdiği “Kanal İstanbul” projesini ortaya atmıştı.

(Habere “yok yahu, değildir” diyebilecek olanlara Milliyet Gazetesi’nin 18 Ocak 1994 tarihli sayısının 11. Sayfasına bakmasını öneririm)

Dikkat edilirse bu dönem, Türkiye tarihinin en en büyük ekonomik krizinin yaşandığı, devletin üç kuruşa muhtaç olduğu günlerdir.

Siyasi tarihte bu büyük ekonomik krizler her nedense böyle hep büyük projelerin de ortaya atıldığı dönemlerdir.

Hatırlayın, bu günkü Marmaray’ın ilk projesi de Osmanlı’nın iflasını ilan ettiği, memuruna maaş veremediği 1876 yılında ortaya atılmıştır. (Bu konudaki geniş bilgi, bizim “Tünel-i Bahri” yazımızda mevcuttur)

Konuyu günlük siyasete malzeme etmemeye gayret göstererek devam edelim:

Haydi Osmanlı’nın bırakın dış borçlarını, memurlarına bile maaş ödeyemediği ve 30 Ekim 1875 tarihindeki “Ramazan Kararnamesi” ile devletin iflasını ilan ettiği o günlerde bu iş, Sultan İkinci Abdülhamit’in yine de bir şeyler yapıldığını gösterme, yabancı bankerlerin ise selden kütük kapma gayretiydi diyelim ve bu günkü deyimle “Hazineden kırk para çıkmadan” yapılacak olsun...

Burası tamam.

Ama gelin şimdi 1994’e,

Acaba bu günkü ileri teknolojiye rağmen maliyeti yine de 20 milyar dolarlardan aşağı kurtaracağı düşünülemeyecek bir proje için “Hadi yap” deselerdi Sayın Ecevit’in bunu yapacak gücü olabilir miydi? Ya da "Yap-İşlet" formülü uygulanmak istenseydi bile, o koşullardaki ülkede ya da dünyada buna talip olacak kimse çıkar ve yapabilir miydi?

Ne mümkün, asla yapamazdı…

Şüphesiz buna kendisi ve tabii ki kurmayları da inanmıyorlardı ama sonuçta o günde de “siyaset” böyle yürüyordu ve o da bunu yaptı.

Yine yok canım diyecek olanlara, o demeçten yani kameraların karşısına geçip de ciddi ciddi "biz yapacağız" dedikten hemen 79 gün sonra, 5 Nisan 1994’te Türkiye’de olanları anımsatmak için Wikipedi’den şu bilgileri aktaralım:

“5 Nisan Kararları sonrasında Türk lirası ilk adımda diğer para birimlerine karşı yaklaşık yüzde 38 devalüe edildi. Memur ve işçi ödemeleri 1994 bütçe ödenekleri ile sınırlı tutuldu. İşçilerin yaptıkları fazla mesaiden aldıkları ücret yarı yarıya düşürüldü. Kamuya personel alımı donduruldu. Emeklilik için gerekli olan prim gün sayısının kadınlarda 7200, erkeklerde ise 9000 güne çıkartılması (Bugünkü Emeklilikte Yaşa Takılanlar olayı) için çalışma başlatıldı. Sosyal Sigortalar Kurumu'nun emekli aylığındaki katsayı sisteminin değişmesi için çalışma başlatıldı. …Vergi mükelleflerinin bir yıl önceki kazanç matrahlarının üzerinden "ek" bir verginin (Geçmiş yılın kazancı üzerinden bir kere daha istenen Net Aktif Vergisi) alınması kabul edildi.

Erdemir, TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, PETKİM, Havaş, Ditaş ve Türk Hava Yolları kısmi olarak özelleştirildi. Faizlerin düşürülmesi sonrasında Türk lirası mevduatlarından ABD dolarına doğru bir yöneliş gerçekleşti.

ABD doları serbest piyasada (O günkü parayla) 7 bin liralık artış göstererek 40 bin liraya yükseldi. Bu durum sonrasında Merkez Bankası Türk lirası'nı ABD dolarına karşı yüzde 24,8 gibi bir oranla devalüe etti.

İki günde gerçekleşen devalüasyon oranı yüzde 73'e dayandı”

Ve o sıçrayan kurlar dolayısıyla ekonomi allak bullak oldu, çok firma battı.

Ne dersiniz, ekonominin durumu ortadayken vaad edilen o kanal projesi gelmekte olan bu büyük fırtına öncesinde sadece umut dağıtan bir seçim malzemesi değil miydi?

Şimdi buradan “benzetmek gibi olmasın” deyip günümüze dönelim.

*

"Bu günkü ve Sayın Erdoğan ile özdeşleştirilen Kanal İstanbul” ise ilk defa 27 Nisan 2011’de yani 2011 genel seçimlerinin kampanya sürecinde, Ecevit'ten yedi yıl sonra “patlatıldı”.

O tarihten sonra da on yıl kadar süren uzun bir sessizlik oldu ve şimdi, şu kritik 2023 seçimlerine doğru kanal işi yeniden “parlatılıyor”.

Baştan da söyledik ya; her şeyden önce “iktidar” söz konusu olduğu zamanlarda “kanal “projelerinin değeri” ve bu konudaki tartışmalar, inatlaşmalar inanılmaz yükseliyor.

Bu günlerde, "İlle de yapılacak" diyenler bir tarafta,

"Hayatta yaptırmayacağız" diyenler bir tarafta.

*

Her türlü inatlaşmaya rağmen bu gün ya da seçimleri tekrar şimdiki iktidar cephesi kazansa bile ileride, kanal İstanbul yine de yapılır mı peki?

En ufak bir tereddüdüm yok: asla yapılmaz, daha doğrusu yapılamaz, yaptırılmaz.

Ama İktidarın “İllaki yapacağız” inadı, en azından önümüzdeki seçimlerde bir kere daha şu ya da bu ölçüde siyasi malzeme olur.

Peki ya muhalefetin “biz de yaptırmayacağız” inadı?

İşte yazıda asıl söylemek istediğimiz ama daha iyi anlaşılabilmesi için ufaktan alt yapısını hazırlamaya çalıştığımız konu da bu:

“Kanal üzerine inatlaşma, belki muhalefete “bakın biz de boş durmuyoruz, çok sıkı direniyoruz” görüntüsü veriyor ama, sonuçta ciddi ölçüde de iktidar cephesinin siyasetine hizmet ediyor”.

Şimdi ona gelelim.

*

“İnadına muhalefet” aslında en düz siyaset...

Karşı taraf ne derse onun tersini söylemek, karşı çıkmak, işin doğrusu üzerine fazla bir şey geliştirme zahmetine girmemek…

Ama "şeytan ayrıntıda" denir ya, siyasette de öyle şüphesiz.

Dikkat ederseniz bu tarz siyasetin bir örneği şu anda daha çok “karakucak demokrasi” ile kapışılan belediye meclislerinde görülüyor: Merkezi iktidar kanadı, halk için ne kadar olumlu olursa olsun her şeye “karşı” olmakla sözde bir şeyler yapmaya çalışıyor.

Gelelim yerelden “Genel yönetime” yani bu memleketin içine düştüğü durumdan belini nasıl doğrultacağının ana konu olduğu alana.

Türkiye ne yazık ki hesapsız kitapsız bir yönetimle bugün, ekonomisi 1994 koşullarını bile aratacak bir duruma geldi ve durum alenen ortada.

Bu ülkede:

-Üretim durdu

-Borçlanma had safhada

-İşsizlik tehlikeli bir hal aldı

-Enflasyon yükseliyor, pahalılık dayanılmayacak ölçülerde

-Ve… “Ama her şeye rağmen yine de iktidarda kalmak, "beka"mızı sağlama bağlamak zorundayız, kaybedersek durumumuz vahim olur” diyenlerin oyları bu koşullarda hızla eridiği için “siyaset”leri de büyük bir darboğazda.

Peki, iktidarsınız; sandığa artık neredeyse gün sayıldığı bu günlerde eldeki oyların yüzde kaçı kaldıysa kaldı ama, derde deva bir şeyler de yapamadan hiç olmazsa bu kadar “taraftarınızı” nasıl elde tutacaksınız?

Liderlerinin hayranı da olsalar, aidiyet duyguları zirvelerden inmese de cevaplanamayan ihtiyaçları karşısında o insanları bu gidişata nasıl razı edeceksiniz?

Onlara ne diyeceksiniz?

“Kanal İstanbul yapılınca cebinize daha fazla para girecek, işsizlik bitecek, kazancınız artacak, hayat ucuzlayacak” gibi artık inandırıcılığı kalmamış sözleri mi?

Elbette hayır; buna kimse inanmaz.

Giderek daha da yükselen bu sıkıntıları hele de kanalla falan çözebileceğinize kimse inanmaz.

Hele de o kanal bu gün başlasa, bütün badireleri aşıp açılması, eğer söylendiği gibi para getirmesi sekiz on yıla kadar uzanacaksa.

İşte o zaman bir başka yol kalıyor algı siyasetinde: "Başarısızlığa mazeret üretmek"...

“Yapacağımız çok şey var ama buna muhalefet engel oluyor, her seferinde inadına karşı çıkıyor. Dolayısıyla biz de yapamadık ve yapamıyoruz. Şimdi bize öyle bir destek verin ki, muhalefeti daha da etkisiz hale getirelim, bunlar her şeye engel olamasınlar ve siz bizden şimdi ne bekliyorsanız ancak o yeni iktidar döneminde “ya-pa-bi-le-lim”

Dikkat edilirse bu günlerde ne hükmüne, ne yargısına pek itibar edilmeyen mevcut Anayasa bile icraata engel görülüyor. Daha doğrusu engel olduğu ileri sürülerek daha da uygununun yapılması için kamuoyu yaratmaya çalışıp -aslında yapılamayan işlere bir başka mazeret- oluşturuluyor.

Dolayısıyla bu günlerde "inceden" yürütülen siyaset, liderin frenlenemez inadı falan değil, yandaş kitlenin bu inatlaşmaya, muhalefetin de işlere takoz olduğuna inandırılması meselesi haline dönüştürüldü.

Oysa ekonominin bir gecede tepeden tırnağa yeniden düzenlenmesinde, bürokratik kadroların hallaç pamuğu gibi atılmasında, istenilen yasaların çıkarılmasında ve tabii ki şu kanal İstanbul’un da -öyle zaten yapılması planlanmış karayolu köprüleriyle falan kanal algıları yaratmaya çalışılmadan- gerçekten dört koldan kazdırmaya başlanmasında kim kimin elini tutabiliyor ki?

Muhalefet, hukuk, bilim, STK’lar, kamuoyu ve daha kimler kimler ne derse desin, iş bu kadar da "ben yaptım mı olur" ile yürürken şu kanal konusunda kim kime engel oluyor da iş başlatılamıyor?

Böyle bir şeye kim inanabilir?

*

Hani bazen sokak kavgalarında görülür; kuru gürültücü biri hem yakınlarına kendini tutturur, sözde engellenir ve hem de “bırakın şu adamı iyice benzeteyim” falan diye ortalığı velveleye verir ya…

Durum aynen bu: "beni tutmasalardı görürdü o gününü..."

Aslında o “bırakın beni de şunu bir benzeteyim” diyen adamı bir bıraksalar var ya…

Sonuçta belki de kendisi “benzeyecek”.

*

Kanal İstanbul inatçılığı, baştan söylediğimiz bir iki konu dışında aynen o kavgacı adamın gösterisine dönmüştür:

O bağırır “yapacağım”

Siz bağırırsınız “yaptırmayacağım”

Yahu, sonuçta yapılmayacağı, bunun ne akla ne mantığa sığmadığı, böyle bir projenin uluslararası dengeleri derinden ilgilendirdiği, bu gün örneğin müsilaj olarak çıkan bir musibete daha nice musibetler ekleyeceği, zaten inşaat süresi kadar bir iktidar yaşanmayacağı ve her şeyden önce de ne kasada para, ne kredi verecek finansör ne de bu işe girip bütün birikimlerini riske sokacak bir müteahhit firma olmadığı hatta seçmenin yüzde 65'inin gerektiğine inanmadığı ortada iken niye “biz de asla yaptırmayacağız” diye iktidar cephesinin sadece bunda değil, diğer bütün işlerde kendine mazeret üretmesine, ilerideki günlerde, "yapacaktık ama bak yaptırmıyorlar" diyebilmesine imkan veriliyor ki?

En iyisi “Hodri meydan” deyip, tabii ki yaparsın, şimdilik güç sende ama bunu yaparsan, o kanalı hayatında göremeyecek milyonlarca yurttaşa açlıklarını nasıl unutturacaksın demek, yapabilirsin ama yanılıp da yaparsan sen de bu işin altında kalırsın demek daha doğru değil mi?

Bence bu “kavga”da o da yapamayacağını çok iyi biliyor da, asıl yapması gerektiği halde kendisinin bu güne kadar yapmadıklarına, halka karşı olan mahcubiyetine bir gerekçe geliştiriyor.

Asla “Yaptırmayacağız” denmemeli; bak insanlar ucuz ekmek kuyruğunda bekliyor, parasız, işsiz, umutsuz; peki sen bu durumda hala millete ne anlatıyorsun, millet ne diyor sen ne diyorsun denmeli.

İnattan beslenenlere “bize inat ettiler yaptırmadılar” deme imkanını verilmemeli.

Çünkü; bu “inadına-inadına yapacağım” meselesi artık sadece rant olmaktan çıkmış, karşı inadın etkisiyle bu gün seçimlerde ileri sürülecek en önemli mazeret olarak evrilmeye başlamıştır.

Son olarak şöyle özetleyelim:

Bu gün her şeyi algı ile yürütmeye çalışan, üstelik bu işte oldukça başarılı olduğu görülen biriyle ve olmayacak bir kanal bahanesi üzerinden “seninki inatsa benimki de inat” diyerek inatlaşmak yanlıştır.

"Bu yanlıştır ama yine de inadımdır diyorsan şu anda senin elini kim tutuyor ki? demek yeter.

Muhalif siyaset, onunla inatlaşacağım derken farkında olmadan bu sefer de onun arkasındaki kitlenin kendi dertlerini bütün bütün unutarak biçimlendirilmesine, kendi içerisinde kemikleşmesine sonra da yapılacak seçimlerde bu inatla yoğurulmuş bir blok olarak "sizle inatlaşmasına" yol açacaktır.

İşte buna izin verilmemelidir.