Bir kaç gündür aklımın erdiği, dilimin döndüğünce AKP iktidarında cisimleşen gücün kötüye kullanımının ayan beyan olduğu ve ülkenin ve bölgenin çapraşık ve karmaşık sorunları karşısında deneyim, bilgi, birikim, entelektüel derinlik eksikliğinin iyiden iyiye sırıttığı ve ideolojik bağnazlığın tırmanışa geçtiği bir süreçte günübirlik olaylara takılıp kalmadan, salt onlara odaklanmadan, daha önemli ve yakıcı bir hedef için “Ne yapılabilir” sorusunu tartışmaya çabalıyorum.

Yaygın bir kanı var: Tamam AKP berbat bir siyasal çizgiyi temsil ediyor; ülke yönetiminde ancak “çuvallama” terimi ile karşılanabilecek bir savrulma yaşıyor, ülkeyi de çıkmaz sokaklara sürüklüyor. Gel gör ki AKP’nin görünür bir gelecekte alternatifi yok. Bir seçim olsa, oyları bir miktar azalsa bile yine AKP  tek başına iktidar olacak. Tek başına olamazsa iktidar ortağını da seçmiş durumda: MHP...

Bir üst paragrafta özetlemeye çalıştığım bu yaygın kanı bir kader gibi algılanmakta ve umutsuzluğa, “Ne yapılsa boş, zaten yapılacak bir şey yok” yılgınlığına ebelik etmekte. “CHP’den ne köy olacak ne kasaba, onun solu ise zaten iyiden iyiye çizgi dışına itilmiş, toplumda bir karşılığı olmayan cüce örgütlere dönüşmüş” denmekte ve bu ha bire tekrarlanıp, ha bire malûm ilâm edilmekte.

Siyasal konumunu solda tanımlayanlar için kadere boyun eğmek mümkün mü?

Başka türlü sorayım: Hem kadere boyun eğip hem solda olmak mümkün mü?

Kadere boyun eğmemenin tersi akşamdan sabaha çözüm sağlayacak bir reçete arayışı olamaz.

Böyle bir reçete yok.

Uzun, zahmetli, sabır isteyen bir mücadele sürecinden söz ediyorum.

*    *    *

İki örnek vereceğim...

İstanbul Barosu “Dünyanın en eski barosu, dünyanın en büyük barosu” olarak ünlüdür ve önemlidir. 26 bini aşkın avukatın bağlı olduğu, etkili, itibarlı, ağırlığı kent sınırlarının ötesinde bütün ülkeye yayılmış bir hukuk kurumudur. İstanbul Barosu yönetiminde ağırlık kazanmak her zaman ve soldan sağa bütün siyasal hareketler ve güçler için önem taşıdı.

2010 Kasım’ında İstanbul Barosunda seçim yapıldı. Türkiye’nin hemen bütün siyasal çizgileri yarışıyordu.  26 bini aşkın avukatın hemen hemen 19 bini seçime katıldı. Yüksek bir katılımdı. Her dört avukatın üçü oy kendi siyasal tercihine göre oy kullandı.

“Ulusalcılar” olarak anılan kanat seçim öncesinde başkan adayındaki anlaşmazlıktan dolayı ikiye bölündü. Sol kanatta da Kürtlerle anlaşma sağlanamadığından üç ayrı grup seçime katıldı. Soldaki ve ulusalcı kanattaki bu bölünmeden dolayı AKP çizgisini benimseyen kanadın tarihinde ilk kez baro seçimini alıp götüreceği sanılıyordu.

Öyle olmadı. Seçimin birincisi (yüzde 30,68) ulusalcı kanattı. Ama seçimin ikincisi de öteki ulusalcı kanattı (yüzde 22,81).

Ulusalcılar (=milliyetçiler) toplamı: Yüzde 53,5. Demokrasilerde yüzde 53,5’lik bir oy oranı seçime katılanların siyasal tercihinin çok güçlü kanıtıdır.

AKP yandaşları seçim sonucundan sonra ne yaptılar, ne düşündüler bilemem. Pek de ilgilenmiyorum. Ama kendilerini “solda” tanımlayan avukatlar bu seçim sonucundan sonra ne düşünmüş, ne gibi dersler çıkarmış, ne gibi kararlar almışlardır dersiniz? Öyle ya ikiye bölünmüş ulusalcı (=milliyetçi) kanatlar ilk iki sırayı alıyor; hem de açık farkla... Üstelik kamuoyunda solcu ya da demokrat olarak tanınmış, ünlenmiş Orhan Apaydın, Turgut Kazan, Yücel Sayman gibi seçkin hukukçuların uzun yıllar başkanlık koltuğunda oturduğu İstanbul Barosundan söz ediyoruz...

Tanıdığım, çoğuyla yakın arkadaş olduğum, ülkenin sosyalizm ve demokrasi mücadelesi için çaba harcamış avukat arkadaşlarım elbette “Bu bir yol kazasıydı. Bir dahaki seçimde nasıl olsa kazanırız” demediler... İstanbul Barosu’nda ulusalcı egemenliğe son vermek için uzun yıllara yayılacak ve sonunda başarının yüzde yüz garanti olmadığı, uzun, sabırlı ve zorlu bir çaba göstermeleri gerektiğini biliyorlar.

Bilmeyenlere hayat zaten öğretti, öğretiyor...

*    *    *

Yazıyı uzatmak pahasına bir örnek daha.

2010 Eylül’ündeki referandumla değiştirilen Anayasa, yıllardır yargı erkinde bir kast sisteminin yürürlükte olduğu işleyişi kırıp attı. O güne dek yaklaşık 12 bin yargıç ve savcı ile ilgili bütün kararlar (atama, terfi, görevden alma, yetki belirleme vb.) yedi kişilik bir Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından veriliyordu. Daha ilginci HSYK üyelerini Yargıtay ve Danıştay üyeleri seçiyor; Yargıtay ve Danıştay üyelerini de HSYK seçiyordu. Yani “Sen beni seç, ben seni” diye özetlenebilecek bir garabet... Bu, vesayet rejiminin en kurşun işlemez kast yapısına yol açtı... Ta ki 2010 Referandumu ile gelen Anayasa değişikliğine kadar.

Değişiklikle HSYK’nın üye sayısı 22’ye çıkarıldı. 22 Kişilik kurulun çoğunluğunu ülkedeki bütün (evet bütün) savcı ve yargıçların kullandığı oylar belirliyor. Yani yargı erkinin her türlü hükümet saldırısından, bağımsızlığını zedeleyecek her türlü baskıdan kurtulması için mükemmel bir fırsat doğdu.

HSYK üyeleri için oy kullanan 12 bini aşkın savcı ve yargıç özgür iradeleri ile bu günkü HSYK üyelerini belirlediler. Ortaya büyük çoğunluğu Adalet Bakanlığın bürokratlarından oluşan bir HSYK çıktı. Yargıç ve savcılar, mesleki geleceklerini belirleyecek, yargı bağımsızlığını sağlamakla yükümlü bir kurulun yönetimini kendi ellerine almaktansa özgür iradeleriyle bir başka “vesayet kastı”nın, Adalet Bakanlığı bürokratlarının ellerine teslim ettiler...

Bu sonuca bakıp “Bu memlekette bağımsız yargı mümkün değil. Olsa olsa bir kast’tan bir başka kast’ın eline geçer, o kadar” deyip kadere razı mı olunacak; yoksa hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı için mücadele edenler yıllara yayılabilecek uzun ve zorlu ve sabırlı bir mücadeleye mi girecekler?

*    *    *

Örneklerin yeterince açık ve anlamlı olduğunu düşünüyorum. HSYK ya da İstanbul Barosu örneklerini, bugün AKP’nin kravatlı mollalarının elindeki iktidara genişletin. Çok daha uzun, çok daha zorlu, çok daha sabır gerektiren, yılgınlığa, bıkkınlığa pabuç bırakmayacak bir mücadele sürecinin omuzlarımızda olduğu kendiliğinden görülecek.  

İki gündür kendimce tartışma gündemine taşımaya çabaladığımın özü özeti de bundan ibaret zaten...

t24