İLHAN UZGEL
Prof. Dr., Uluslararası İlişkiler

Türkiye’nin uzun süredir konuşulan Suriye’ye girme ihtimali sonunda gerçekleşti. Fakat beklenen Suriye harekâtı sınırın birkaç kilometre ötesinde, çatışmasız ve ABD’yle uzlaşarak yapılacak bir operasyon değildi. Kamuoyu daha çok Türkiye’nin bölge jeopolitiğini dönüştürecek, Suriye’deki siyasal durumu yeniden belirleyecek bir müdahale beklentisi ve endişesi içine sokulmuştu. Gerek bölgesel gerekse de bölge dışı aktörlerin hepsi IŞİD üzerinden siyaset yürütürken ve Türkiye de bunu zaman zaman denemiş iken, bu kez doğrudan IŞİD ile savaşma bahanesiyle Suriye’deki çatışmaya ucundan da olsa dâhil oldu. Türkiye, Esad’ı devirmek için giremediği Suriye’ye bu kez, IŞİD’i sınırdan temizlemek için ama gerçekte Kürt koridorunu önlemek için girdi.

Türk dış politikasının hizaya geliş süreci

Daha darbe girişimi olmadan önce AKP, Ortadoğu’da liderlik hevesinin Türkiye’yi dünya ve bölgede büyük bir yalnızlığa ittiğini fark edip politikasında değişikliğe gitmeye başlamıştı: geçen yıl İncirlik’in ABD uçuşlarına açılması, İsrail ve Rusya’yla uzlaşmaya gidilmesi, Esad’ın gitmesi takıntısından vazgeçilmesi, Mısır’la uzlaşı arayışı...

Bu çerçevede Türkiye’nin Cerablus’a asker sokması, temelinde cihatçılardan oluşan Özgür Suriye Ordusu’yla birlikte hareket etmenin getireceği risklerin yanında, hükümetin dış politikada ABD çizgisine geldiğinin göstergesi. Obama yönetiminin bu dönemde iki temel stratejisi vardı. İlki Amerika’nın doğrudan kara çatışmasına girmek yerine arkadan liderlik yapması ve kendisine yakın güç ve müttefiklerinin sahada çatışmaları yürütmesiydi, diğeri ise bununla bağlantılı olarak çatışmaların Müslümanlar arası bir dinamiğe sahip olmasıydı. Türkiye’nin bu son askeri operasyonu, ABD’nin bu iki stratejisine de uygun. ABD havadan vururken Türkiye, yanında İslamcı gruplarla, daha radikal İslamcı bir grubu, yani IŞİD’i temizlemek için harekete geçiyor ve çatışma alanına giriyor. Şu ana kadar IŞİD ile sıcak bir çatışma yaşanmasa da, kalma süresi uzadıkça bu risk artacak.

Sonuçta Türkiye, ancak ABD ile anlaşabilirse Suriye’de varlık gösterebileceğini kabullenmiş oldu. Harekâtın Mercidabık Savaşı ile aynı gün başlatılmış olması, tankların mehter marşıyla yola çıkması gibi hamasi ve simgesel gösteriler bu gerçeği değiştirmeye yetmiyor. Böylelikle, Türkiye öncülüğünde İslam dünyasının ayağa kalkması söyleminin de sonuna gelinmiş oldu. ABD kendi siyaseti açısından “Türkiye ile PYD’yi destekliyoruz” açıklamasıyla, 50 yıllık NATO müttefiki ile Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı bir örgütü eşitledi ve PYD’nin Fırat’ın doğusuna çekilmesini isterken Türkiye’nin de PYD’ye saldırmasına izin vermeyeceklerini açıklayarak denge kurmaya çalıştı.

Türkiye Cerablus’a girerek riskli bir adım attı ve bunun sonuçlarını birlikte göreceğiz. Bölgeye Yeni Osmanlıcılık hayaliyle yaklaştığı dönemde yapamadığını, şimdi bu fikri mecburen terk ettiği dönemde, ufak çaplı bir askeri girişimle ama bu kez daha savunmacı bir noktadan, Kürt sorununda ön alıcı olmak gibi bir çabayla yapmaya çalışıyor.

İronik olan 15 Temmuz’da Batı’ya, üst akıla meydan okuduğunu iddia eden, kendisine yakın medya aracılığıyla darbe girişiminde ABD’yi sorumlu tutan iktidarın, fiiliyatta bu söylemin tersi bir dış politika çizgisine daha derin bir şekilde oturması. Bu noktada iktidarın büyük avantajı olduğunu belirtmek gerek. Türkiye tarihinde dış politikada bu kadar yön değiştirme kapasitesine sahip ve söylemi ile uygulaması bu kadar birbirinden kopuk bir siyasi iktidar olmadı. Devletler genelde büyük rejim değişiklikleri dışında dış politikalarında radikal dönüşümlerden kaçınırlar. AKP yönetimi ise birbirine zıt dış politika çizgilerini, neredeyse zıplayarak hayata sokabiliyor. Bunu mümkün kılan şeylerden biri ise AKP’nin dış politikadaki bu zikzaklarını dert etmeyen bir seçmen kitlesinin bulunması.

Türkiye’nin Suriye’ye doğru önce Cerablus’a çekilmesi ama bir olasılık Menbiç’e doğru ilerlemesi ve PYD ile doğrudan bir çatışmaya girmesi, Kürt sorunundaki cephe ve çatışma alanının genişlemesi anlamına gelecek. Bu durum Kürt sorununun daha da karmaşıklaşmasına neden olabilir. Türkiye 1990’larda PKK ile Kuzey Irak’ta da mücadele etti ve bütün bu süreç uzun vadede, sorunun çözümüne herhangi bir şekilde hizmet etmedi.

Kürt siyasetinin krizi

Arap Baharı süreci ve Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin bozulması, Kürt siyaseti için bir fırsat yaratmıştı. Suriye’de PYD, Irak’ta Peşmerge IŞİD’e karşı savaşacak tek güç olarak ortaya çıkmış ve Batı’da sempati toplamıştı. Ne var ki, Türkiye’de PKK’nın neye hizmet ettiği belli olmayan ve siyasi istikrarsızlığı besleyen şiddeti, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde Barzani’nin yaşadığı meşruiyet krizi ve Suriye’de PYD’nin IŞİD kozu üzerinden Rusya ve ABD’yi birbirine oynayarak maksimalist taleplere yönelmesi genel olarak bölgesel Kürt siyasetinin krize girmesine ve sık sık dillendirilen ABD’nin Kürtleri satıp satmadığı tartışmasının canlanmasına yol açtı. Türkiye’nin de sıkıştırmasının bir sonucu olarak, PYD kaçınılmaz olarak ABD’ye yanaşmıştı ancak öyle görünüyor ki, IŞİD temizlendiğinde ve Esad rejimi bölgedeki hakimiyetini yeniden kurmaya başladığında ne yapacağına dair bir planla hareket etmiş değil. Türkiye, Rusya, Suriye ve İran’ın PYD karşıtlığında anlaştığı bir ortamda, tek başına ABD’nin desteğinin yeterli olmayacağı ortada. Sonuçta Kuzey Irak’tan Akdeniz’e çıkışı olan bir Kürt koridoru fikrinden, şu anda PYD’nin Suriye İç Savaşında elde ettiği kazanımları da yitirmesinin olası olduğu bir sürece geçildi. ABD neredeyse 40 yıldır yakın ilişki içinde bulunduğu Barzani’ye bile Kürt devleti için aceleci olmaması gerektiğini söyleyip frene basarken, Rusya’yla Suriye konusunda uzlaşmayla hareket ettiği bir ortamda Suriye Kürtlerinin üç kantonu birleştirip kısa süre içinde Akdeniz’e ulaşan bir federatif yapılanmayı desteklemesi mümkün değildi.

Siyasal İslamcılığın krizi

Batı sistemi 1990’lardan bu yana ama özellikle 11 Eylül’ün ardından Müslüman toplumların demokrasiyle uzlaşması üzerine hem düşünsel hem de pratikte yoğun bir yatırım yaptı. AKP (ve aralarındaki çatışmaya dek Gülen Hareketi), Müslüman Kardeşler ve Nahda hareketleri ile temsil edilen ılımlı İslamcılık, kendi dinamikleri ve Batı’nın açtığı krediyi, başka nedenlerin yanında, “demokratikleşmeme” yönünde kullandığı için gözden düştü ve Batı’dan sağladığı desteği kaybetti. İslamcılığın diğer bir temsilcisi olan ve neredeyse uzaydan gönderilmiş hissi verecek kadar bu dünyaya yabancı olan IŞİD ise sahada artık yeniliyor. Yalnızca Suriye’de değil, Irak’ta ve Libya’da da. Dolayısıyla, İslamcılığın her iki kanadı da siyaseten ömrünü tamamlamış görünüyor. Bundan sonra muhtemelen Ortadoğu tarihi yazılırken kitaplarda başarısız bir deneyim olarak bahsedilecek ve belki bazı uzmanlar İslamcılığın neden demokratikleşmediği konusunda kafa yoracaklar. Bu arada Tunus’taki Nahda’nın siyasal İslamcılığı terk ettiğini açıklamasının ardından, bu deneyimin bölgedeki tek temsilcisi olarak AKP’nin kaldığını belirtmek gerek.

Türkiye Cerablus’a girerek riskli bir adım attı ve bunun sonuçlarını birlikte göreceğiz. Bölgeye Yeni Osmanlıcılık hayaliyle yaklaştığı dönemde yapamadığını, şimdi bu fikri mecburen terk ettiği dönemde, ufak çaplı bir askeri girişimle ama bu kez daha savunmacı bir noktadan, Kürt sorununda ön alıcı olmak gibi bir çabayla yapmaya çalışıyor. Ama şunu belirtmek lazım ki, Türkiye 1990’larda Irak, 2011’den sonra ise Suriye siyasetinde yaptığı hatayı tekrarlıyor. Suriye politikasında tek bir konuya, PYD meselesine odaklanarak hem elini çok açık ediyor hem de zayıf noktasını çok belli ediyor. Kısa vadeli kazançlar, Cerablus’a asker sokabilmesi vs. cazip görünebilir ama orta ve uzun vadede sınır ötesinde yeni bir belirsizliğe dalmak, Amerikan uçaklarının yumuşattığı alana coşkuyla girmek, içeride bu kadar sorun varken, yeni bir macera ve istikrarsızlık kaynağı yaratabilir. Sonuçta Türkiye 40 tank, onlarca zırhlı araç ile Suriye topraklarında bulunuyor ve aslında bu durum Türkiye’yi orada güçlü kılmak kadar, hem orada hem de içeride daha kırılgan hale de getiriyor.

Kaynak: Birgun.net