1950'li yıllarda uluslararası sermaye ile kaynaşan ve yabancı tekellerin taşeronu konumuyla elde ettikleri acentalık işlevleriyle semiren şirketler, 1930'lu yılların demirağlar siyasetinden en fazla yararlananlardı. Türkiye'nin gelecekteki iktidar blokunun çekirdeğine yerleşecek olan dev tekeller, 1930'lardan itibaren bu bölgede yaptıkları müteahhitlik işlerinden elde edilen büyük kârlara yaslandılar. Onların kârlarıı demiryolu müteahhitliğinden oldu. Uluslararası sermayenin büyük müteahhit firmalarına acentalık yapmaktan oldu. Ancak, asıl önemlisi, bölgenin kaynaklarının batıya aktarılmasında vantuz işlevi gören yolları döşemiş olmalarıdır.

Bölgeye giren ilk demiryolu, Ergani bakırlarının Mersin limanına ulaştırılmasını sağlamıştır. Nafıa Vekâleti (Bayındırlık Bakanlığı) tarafından, 9 Nisan 1923 tarihli layihada, yapımı İsveçlilere verilen bu hat için (Ergani hattı); ” memleketin en zengin bir servet membaı olan bakıra vardığı zaman Mersin limanının da inşa edilmiş olması lazımdır” diyordu. Memleketin servet membağlarının, gerçekten bağımsızlığı sağlayacak bir endüstrileşme doğrultusunda işletilmesi için, Sovyetler başta olmak üzere planlama, teşvik, kredi önermeleri, sonraki yıllarda hiç bir biçimde göz önünde bulundurulmazken, bu kaynakların, Krupp başta olmak üzere Alman tekellerine aktarımı, sözde bir bağımsızlık kisvesi altında iyice kompradorlaşmaya başlayan bir rejimin, temel iktisâdi politikasını oluşturuyordu.

Demiryolları, maden alanlarından, tarıma elverişli yörelerden, hayvancılık açısından önemli merkezlerden geçirildi. Elazığ'ın krom ve bakırı, Erzurum ile Kars'ın hayvancılık yapılan bölgeleri, bu temelde, batılı kapitalistlerin sömürüsüne açıldı. Söz konusu politika, tekelci devlet kapitalizmi çerçevesi içerisinde yürütüldü. Bölgenin maden, petrol ve elektrik enerjisi üretmeye yarayan akarsuları, yan sanayiler kurulmasına hiç bir imkân bırakılmadan, batının ve uluslararası sermayenin çıkarlarına hizmet eder hâle getirildi.

Elazığ-Hazar santrali; 1957'de kuruldu. 1958'de Batı Anadolu'da bulunan Tunçbilek santrali ile irtibatlandırıldı. Böylece, doğuda üretilen enerji batıya aktarıldı. Keban'la birlikte bu aktarım daha da yoğunlaştı. Doğu, batıya tarım ürünleri, hayvan satıyor; petrolü, kromu, bakırı, akarsularından elde edilen elektriği veriyor. Üstelik, bu kaynakları uluslararası şirketler ve tekelci devlet kapitalizminin iktisâdi devlet teşekkülleri işletiyorlar. Ortaya çıkan büyük kârlar komprador kapitalistlerin kasalarını dolduruyor. Ama, onlar üzerinden yürütülen aktarım mekanizmaları, uluslararası şirketlerin kasalarına akışı garantiliyordu. Bu süreç içerisinde sanayileşmenin sadece kırıntısı bölgeye düşüyordu. Batıda, özel sermayenin yoğunlaştığı bölgelere yakın merkezlere inşa edilen kamu iktisadi teşebbüsleri, tekelci sermayenin birikimine muazzam katkılar sağladı ve sağlamaya da devam ediyor. Bu bir iş bölümüdür.

Sefaletin Jeo - Ekonomisi

Uluslararası sermayenin, Türkiye eksenli iş bölümünde İstanbul imparator kent konumundadır. Çevresinde bulunan bir takım illerle birlikte, Türkiye endüstrisinin büyük bir bölümünü kapsamıştır. Liman kentlerinde ticaret ve onunla içice geçmiş faaliyetleri yoğunlaştırılırken, içerdeki kapitalist iş bölümü çerçevesinde; enerji, madencilik, hayvancılık doğunun payına düşenler olmuştur.

Dünyanın en zengin krom yatakları arasında sayılan Elazığ bölgesi, büyük bir işsizliği ve yoksulluğu yaşamıştır. Sıradan iktisadi devlet teşekküllerinin hizmet sektörü, ağırlıklı veya hafif tüketim sanayilerinde uzmanlaşırken, bölgeye krom varlığının işletilmesini mümkün kılacak demir-çelik tesisleri kurulmamıştır. Bunun akıla gelmesi bile önlenmiştir.

Sadece madencilik alanında mı? Yine kaynaklar açısından önemli bir örneği daha Elazığ üzerinden verebiliriz: 1980'de Türkiye'de kurulu toplam hidroelektrik santral gücünün %56'sına sahiptir. Ancak, ne yazıktır ki, Elazığ elektriğini Hazar'daki teknolojisi eskimiş santralden alıyordu. Yani, Keban'ın elektriğini kullanamıyordu. 1959'da Dünya Bankası'na bağlı Uluslararası Kalkınma Örgütü’nün teknik yardımı ve Amerikan EBASCO firmasının işbirliğiyle planlanan Keban barajı, Fransız-İtalyan müteahhitlik şirketlerinin kasalarını doldurmuştur. 1965'te inşa edilmeye başlanan ve faaliyete geçtiğinde enerji nakil hatlarıyla, Eskişehir yakınlarındaki Sarıyar Barajı ve Hidroelektrik Santrali'ne bağlanmıştır. Batıdaki endüstri, uzun yıllar elektriğinin büyük bir bölümünü buradan almıştır.

Peki, Elazığ'ın payına ne düştü? Sosyal çürüme, kültürel yozlaşma, politik bir cendere, ekonomik sarsıntılar. Özet olarak; insanî kriz, kaybedilen değerli topraklar, bir daha yerine konulamayan zenginlikler ve o hattan başlayarak Diyarbakır'dan, Lice'ye uzanan fay hattında yaşanan müthiş bir çelişkiler yumağının ortaya çıkardığı vahim tablo. Günümüze kadar uzanan politik şiddetin örgütlü hale gelmesi, buradaki volkanı iyi değerlendiren uluslararası tekellerin cirit attığı bir alanın her türlü komploya açık niteliği, bölge insanının birbirini şiddetle kıracak tarzda nefret tohumlarının ekilmesi, evet, hepsi Keban'la başladı ve Karakaya barajıyla devam etti. Barajlar bu bölgedeki toplumsal yıkımın tetikleyicisi oldular. Batıda büyük bir gelişmeyi teşvik eden enerji, Doğu’ya tam bir beşeri kriz getirdi. Özellikle, “Kürt sorunu” başlığı altında formüle edilen toplumsal, sosyal, politik çelişkiler yumağını mayalandıran ortamın çözümlendirilmesinde, Keban ve Karakaya olguları ne kadar vurgulansa azdır.

Devletçilik, daha doğrusu özel sermaye birikimini desteklemenin mekanizmaları, doğuda sistemle bütünleşmiş alt komprador bir Kürt burjuvizisini de şekillendirdi. Bu yapı, müthiş geriletici kanalları besledi. Bölgedeki her türlü toplumsal muhalefetin ezilmesinde, bu yapının sorumluluğu vardır.

Bayarizmden Özalizme Krom - Politik

Uluslararası sermayenin ve emperyalist tekellerin bölgeye girişi, erken başladı. Daha 1910'lardan itibaren, Alman emperyalizmi, Ergani madenindeki bakır yatakları ve Guleman'daki krom kaynakları için planlar yaptı. Bu planlar bağımsızlıkçılık iddiasındaki “cumhuriyet” ile birlikte uygulamaya geçti. Bölgede geliştirilen ulaşım ağı ve haberleşme, enerji yatırımlarıyla birlikte, batıdaki endüstri ihtiyaçlarına göre biçimlendirildi. Bölgenin madenleri, işgücü, tarım ürünleri dünya pazarlarının sömürüsüne çok erken bir tarihte açıldığı için, burada feodal veya yarı feodal bir egemenlik biçiminden söz etmenin anlamsızlığı ortadadır. Cumhuriyet ile birlikte tekelci devlet kapitalizmi, burada kapitalist pazarı destekleyecek tarzda, adeta kendi feodalitesini yaratmış vaziyettedir. 

Devlet, krom madenlerinin yanına demir-çelik tesisleri kurmadı. Hammadde kaynaklarını, Almanya başta olmak üzere emperyalist merkezlere aktarmanın mekanizmalarını kurdu. Özellikle, 1980 ile 1985 yılları arasında beşeri kriz yoğunlaştı. Türkiye genelinde 1979'da 3/2'sine inen sanayi yatırımları, bölge açısından tam bir felaketi beraberinde getirdi. Sanayisizleşme dönemi olarak nitelendirilmesi, daha doğrusu netleştirilmesi gereken Özal dönemi, doğuda ağır tahribata yol açtı. Bölgenin aldığı kıt yatırımın %3'ü sadece endüstriye, o da hafif tüketim araçları endüstrisine giderken, enerjiye %97 ayrıldı.

Tarıma gelince; doğu illerinin (ki yaklaşık 19 ildir), haritaya baktığınız zaman doğu ve güneydoğu olarak işaret edilen bölgeler bu kapsamdadır. Tarımda yaratılan milli gelirden aldığı pay %17.7 iken, 1986'da bu rakam %15.7'ye düşmüştür. 1984 yılında Türkiye'de hektar başına 3.2 traktör düşerken, doğuda bu rakam 2' idi.

Ne ilginçtir, tasarruf yokluğundan söz edilir hep Türkiye'de. 1972'de, Türkiye'de toplam mevduatın %6'sı doğu illerinde toplanmışken, burada kullanılan kredi toplamı %4 idi. 1988 yılına gelindiğinde ise toplam mevduatta doğunun payı % 4.2 iken, kullanabildiği kredi % 2.7 idi. Bu rakamlar bile bölgesel eşitsizliğin boyutları açısından oldukça tanımlayıcıdır.

Üstelik, 1980'lerde dindar Kürt kökenli cilasıyla piyasaya sürülen, küresel sermaye siyasetlerinin uygulayıcısı Özal'ın, kamuculuğun, emekçilerin mücadeleleriyle elde edilen son mevzilerini de ortadan kaldırmasıyla, doğudaki beşeri krizi daha da derinleşmiştir. Özalizm, doğunun yıkımını kurumsallaştırmıştır. Türkiye'nin 1960-1980 yılları arasında görece büyümesi, doğunun gerilemesiyle iç içedir. GSMH'dan, 1965'te %10.39'luk pay alan doğu illeri, 1979'da %8.17'ye gerilemiştir. 12 Eylül döneminde, 1983'ün sonu itibariyle, GSMH'dan doğu illerinin aldığı pay sadece %7.81'di. Bu dönemin iktisat vekili, tıpkı Celal Bayar'ın 30'larının iktisat vekili olduğu dönemeçle benzerlikler gösteren, Turgut Özal’dır. 1986'da, Özal'ın devri iktidarında, GSMH'dan doğu illerinin aldığı pay %7.68'e inmiştir.

Kapitalist Gelişme Ölümcüldür

Doğuda gelişme adına yaşananlar, batıdaki kapitalist gelişme ihtiyaçlarını karşılamaya dönüktür. Ne yazık ki, Türkiye'de enerji, hammadde, pazar sorunlarını çözmeye dönük yatırımlar, hep doğuyu kalkındırma cilasıyla sunulmaktadır. En basit gösterge bile bu zenginlikten bölge insanının yararlanmadığını net bir biçimde ortaya koyar. Mardin, Urfa, Adıyaman başta olmak üzere her sene 500 bin insan Karadeniz'de, Çukurova'da, Ege'de tarım işçiliği için yollara dökülüyor. Hayat koşullarının nasıl olduğu ayrı bir tartışma konusudur.


Soyguncu seçkinler, bölge insanının insan olma niteliğini ise hep inkâr ederler. Onlar sadece yoksullar olarak tanımlanır. Oysa, somut bir biçimde bilimsel isimlendirme yapılacaksa, burada bir alt proleteryanın yıllardan beridir gündemde olduğunu söylemek gerekiyor. Doğulu alt proleterya ile bu kapsam içerisinde çeşitli kanallardan mücadele, komprador siyasetlerin özü haline geliyor. Türkiye sistemi kendini ekonomik, sosyal ve politik olarak imha etmeden, bölgesel eşitsizlikleri gidererek bütünleşmeyi sağlama olanağından yoksundur. O bakımdan “Kürt sorunu” başlığı altında değerlendirilen olguların, kapitalist sistem içerisinde çözümünün bulunacağını ileri sürmek, safsatadan ibarettir.


Çok büyük yanılsamalarla, bir kurtuluş reçetesi olarak sunulan GAP’ta, büyük bir hidroelektrik ve sulama projesi olarak bölgeye çok sınırlı olumlu etkiler de bulunacak niteliktedir. Bölgeye yapılan enerji yatırımları, herhangi bir yan sanayi yaratmamıştır. Hidroelektrik santrallerinin tamamlanıp tümüyle üretime geçmesinden sonra, istihdama katkısı sınırlıdır. Takriben 100-200 kişilik kadrolarla dev termik santrallerin personel ihtiyacını karşılamak mümkündür. Bu anlamda yeni bir iş alanından söz etmek doğru değildir. Diğer yandan alt-proterleşme olgusu çiftçinin, köylünün, tarım işçisine dönüşümünün bu bölgede perçinlenmesiyle, topraktaki yoğunlaşmış mülkiyetle birlikte düşünüldüğünde ve toprak mülkiyetine egemen olanların aynı zamanda çift yönlü karakteri, komprador burjuvaziye mensubiyetleriyle birlikte ele alındığında, tablonun korkunçluğu aşikârdır.

GAP yatırımları, asıl etkisini batıda gösterecektir ve göstermiştir. İnşaat firmaları buradan elde ettikleri kârlarla daha da güçlenmişler, muazzam bir sermaye temerküzüyle dev müteahhitlik firmaları ülke dışına sermaye ihraç edecek boyuta gelmişlerdir. GAP bölgesinde gelişen tarımın kullanacağı gübre, ilaç, traktör gibi tarımsal girdiler ve bu sanayiler doğunun sanayisizleşmesi kapsamı içerisinde batıda, özellikle de, hususi teşebbüsler tarafından üretildiği için, buraya yeni aktarımları beraberinde getirmektedir. Burada tarımsal üretimde sağlanacak yeni imkânların endüstriyel bitkileri gündeme getireceği ve bunların gıda ile tekstil sanayini, yani imalat sanayinin hammadde ihtiyacını karşılayacağı yine ortadadır. Dolayısıyla GAP, doğunun problemlerini çözüm cilasıyla ortaya sürülmesine rağmen, ağırlıklı olarak yine batıda yerleşik olan ve giderek “kent-devlet” aşamasının tüm olanaklarından yararlanan tekelci sermayenin çıkarlarına hizmet edecek şekilde organize edilmiştir.

Emekten Arındırılan Toprak Kimin Gayrımenkulû Olacak?

Tablo, vehametini resmi araştırma raporlarında dahi ortaya koymaktadır. Örneğin, Türkiye'de herkes cebr-i göç olgusunun yarattığı sorunların farkındadır, fakat, bunları tartışmak ve dillendirmek istemez. Üstelik, resmi rakamlara göre 905 köy ve 2523 mezra, yani 3428 yerleşim birimi boşaltılmıştır. Bu rakamlar, 60 bin hane ediyor. Bilgileri nereden alıyoruz? 09.02.1996 tarihli meclis araştırması komisyonu tarafından yapılan göçle ilgili bir raporda bu bilgileri bulmak mümkündür. İşin ilginç yanı, bu kadar büyük bir yerleşim yeri boşaltması yapılırken cebr-i yöntemler kullanılıyor, OHAL kanununa dahi dayanılmaktan özenle kaçınılıyor. Çünkü, OHAL kanunu çerçevesi içerisinde 3428 yerleşim birimi boşaltılsa, bu bir hukukî çerçevede yapılsa, köylerini boşaltan insanların güvenli bir yere yerleştirilmesinde iaşe ve iskânlarında devlet bir sorumluluk üstlenmiş olacaktı. İşte bu sebepten iskân kanunu hükümleri uygulanmayarak, zorunlu göç gündeme getiriliyor. Zorunlu göç, geçimlik ekonominin tümüyle yıkılması demektir. Hayvancılığın tasfiye edilerek, batılı tekellerle bu anlamda Türkiye'de oluşan gıda tekellerinin işbirliğine yönelmesi anlamına geliyor. Doğudaki her yıkım, batıda komprador tekelci şirketlerin kasalarına yeni kârların yığılmasını beraberinde getiriyor.

İş öyle bir haldedir ki, 1996 yılında meclis raporunun yazıldığı dönemde, Diyarbakır’da kent hanelerinin % 87.35'inin yoksulluk sınırı altında, 127 bin çalışanına karşılık 311 bin insanının işsiz olduğu kayda geçiyor. Türkiye genelinde %81.9 olan okur-yazar oranı, Diyarbakır üzerinde % 64.15 iken, içme suyu ihtiyacının % 54'ü, kanalizasyon ihtiyacının ise ancak % 5.3'ü karşılanabiliyor. Diyarbakır'a göç edenlerin % 85.76'sının geride kalan mallarla bir ilişiği kalmıyor.


Yine, devletin resmi belgesi (yani meclis araştırma raporu), 1990 öncesinde en önemli göç nedeninin geçim sıkıntısı olduğunu ve bunun % 43.13'lük bir oran olduğunu belirlerken, 1990 yılı sonrasında bu oranlar düşüş gösteriyor. Halkın %58'i köylerinin boşaltılmasını, % 43.63'ü bölgedeki olayları göç nedeni olarak ortaya koyuyor. Burada “sermayeleşmiş zor”un stratejisini görüyoruz. Bu köy boşaltmalar basit bir güvenlik ihtiyacının sonucunda ortaya çıkmıyor. Kapitalizm, sermaye birikimini ancak vahşi bir ilkel birikimin sürekliliği temeline oturtuyor.

Ne ilginçtir ki, yine meclis araştırma raporunda şöyle bir itiraf yer alıyor:


“... Boşaltılmış köylerin ve hayvancılık alanlarının tekrar köylülerle iskân edilmesi değil, artık bugün ekonominin gereği, orta ve büyük işletmeler yaratılması zorunludur. Hem tarım alanlarının, hem de hayvancılık alanlarının artık küçültülerek, ekonomik olarak marjinalleşmesinin önlenmesi gerekir. Büyük meralar ve büyük çiftlikler kurularak, insanların köylü olarak değil bilgi ve becerileri arttırılarak, orada işçi olarak istihdamının sağlanması lazım…” deniliyor.


Yine aynı meclis raporu :


“... Hem de ekonomik olarak geleceği olan bir kitle, sanayiyi besleyen, sanayide dünyaya açılan bir tarım ekonomisinin altyapısının oluşturulması demektir…” itirafına yer veriliyor.


Aslolan, yine bu itiraflarda açıkça ortaya konuluyor ve “toprak dağıtalım” deniliyor. “Toprak dağıtmak”, köylü sayısını çoğaltmaktır. “Köylüyü çiftçileştirmek ve çiftçiyi de sanayiyle ilişkilendirmek lazımdır” tespiti yer alıyor. İnsanların payına alt-proleter olmaktan başka bir pay düşmüyor. Bölgenin koşullarında topyekûn bir değişimin olması imkânsızlığıyla birlikte değerlendirildiğinde, önerilen; “alt proleter” olmak konumudur. Meclis raporu, bu anlamda büyük bir açıklığı içermektedir. Bu muazzam ölçekte alanları insansızlaştırmanın, kentlere muazzam ölçekte istenilen her ücrete çalışmaya hazır bir insan kitlesinin yığılmasının, geçimlik ekonominin yıkılarak, bölge insanının pazara sürgün edilmesinin anlamı netleşiyor.

Beşeri Çöpleştirme Kent - Devletinin Temelidir

Elbette bu noktada, insanın aklına ister istemez, dünyanın başka yerlerinde neo-liberal ideolojiyle birlikte yürüyen militarist saldırıların stratejileri geliyor. Köylü tarımının imhasıyla yaratılan yeni emekçi kitleleri, sistematik olarak, “aşağı istihdam” ve “aşağı ücretlendirilme”ye tâbi tutuluyor. Bu, dünyanın dört bir yanında, özellikle bölgesel eşitsizlik temeli çerçevesinde kurumlaşmış, kapitalist iş bölümünün yürürlükte olduğu ülkelerde gündeme geliyor. Latin Amerika'da uyuşturucu kullananları, (Kullananları kim tespit ediyor? Oradaki para-militer güçler buna karar veriyorlar.) evsizleri, sokak çocuklarını, toplumsal sefaletin ve sömürünün işe yaramaz hâle getirdiği insanları belirtmek için uydurulmuş bir terim var: “DESHECHABLES”. “Bunlara kâr mekanizmasında kullanılıp daha sonra atılabilinir olanlar” demek de mümkündür. Neo-liberal projenin uygulandığı ülkelerde, bu projenin kurbanlarını etkisizleştirmek açısından kullanılan bütün “karşı ayaklanmacı” teknikler, Türkiye'de de fazlasıyla uygulanmıştır ve uygulanacaktır.

Bu çerçeve içerisinde, Türkiye'nin dört bir yanında neo-liberal temerküz kampları gerçekliği, pazar koşullarına köleci itaati üretmek üzerine kurulu bir stratejiyi gündeme almış durumdadır. Kullanılıp atılanların varlığı, ucuz işgücünün garantisi olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. İşçi sınıfının geniş kesimleri, “alt proleterya”nın varlığıyla tehdit ediliyor. Toplumsal muhalefet etkisizleştiriliyor, ezilenler etnik temelde bölünüyor, parçalanıyor, atomize ediliyor, birbirinin karşısına çıkarılıyor.

Özellikle, etnik farklılık üzerine yapılan vurgu, yalıtılmayı, parçalanmayı, atomizasyonu tekrardan üretiyor ve bu egemenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Farklı muhalefet gruplarının perspektifinden sömürü ve baskı deneyimi, bu atomizasyon çerçevesinde ele alınıyor. Irkçılıktan, sömürünün çeşitli alanlarına kadar her biri kendini ayrı ve kompartımanlaşmış bir takım olgularmış gibi sunuyor. Bu sayede muhalefet kuşatılıyor. Direnmek nafile hâle geliyor. Egemenler sanki bir iktidar çoğulluğu varmış gibi, amaçları kârın sınırsız büyümesi olan sermayenin sürekli olarak başvurduğu ücret hiyerarşisini temellendiren etnikçiliği gerçek anlamıyla gözlerden gizleyerek, insanları bölümlere, kompartımanlara ayırarak ve etnik mağaralara tıkarak, tek tek neredeyse atomize bir biçimde kuşatıyor. Bu politikalar muhalefeti, direnişi anlamsız hâle getiriyor. İnsanın güçsüzlüğü ideolojisi yayılırken, akıl sakatlanırken, bilincin ırzına geçilirken, sermaye düzeni görünmezliğini güvence altına alıyor. Neo-liberalizm sayesinde hayatın her yüzeyi metalaşmaya, piyasalaşmaya açılırken bu metalaştırma, özündeki parçalayıcılığı görünmez hâle getiriyor. İşte bu noktada medyaya ve küresel sermayenin kendi yarattığı muhalif dilini kullanmaya yatkın kadrolar, muhalefeti temsil eder bir görüntü içerisinde melânetlerini her gün saçıyorlar.

Global Kapitalizmin Çaresiz Müttefiki: Alt Proleterya

“Kürt sorunu” başlığı altında, bütün bir halkın varlığı problem haline getirilirken, özü itibariyle sistemin işleyişinin üzeri ustaca örtülüyor. Nelerin üzeri örtülüyor? Sermaye birikim sürecinin dünya ölçeğinde düzenleyiciliğinin bölgeye yansımalarının üzeri örtülüyor. “Ucuz emek” ekonomisinin üzeri örtülüyor. “Malî istikrarsızlık” adı altında formüle edilen olgular ve buna küresel finans kraliyetinin cevaplarının üzeri örtülüyor. Küresel tekellerin dünya ve Türkiye ölçeğindeki rolünün üzeri örtülüyor. Dünya ölçeğinde “alacak tahsilatı” yapan kurumların, en sıradan köy biriminde dâhi hayatı nasıl cendere içerisine aldığının üzeri örtülüyor. Malî sermayenin siyasal vesayetinin en kurumlaşmış vesayet biçimi olduğunun üzeri örtülüyor. Devlet yurttaşlarından vergi toplarken, devlet tarafından büyük şirketlere yardım ve teşvikler biçiminde, özü itibariyle haraç ödenmesinin üzeri örtülüyor. Merkez bankalarının hayali bağımsızlığının ve bununla bütünleşen devlet krizinin üzeri örtülüyor.

Toplumsal kutuplaşma ve servetin yoğunlaşmasının, bununla iç içe geçen küresel jeopolitiğin, Türkiye coğrafyasını kan deryasına dönüştürmesinin, petrol ve enerji tekellerinin Türkiye'de cirit atmasının, kendi istihbarat örgütlerini kurmalarının ve yönetmelerinin, kromdan, petrole kadar stratejik hammaddelerin akışını garanti edecek mekanizmaların, yeni yerli işbirlikçi mütegallibeler, feodaller üzerinden güvence altına alınmasının üzeri örtülüyor. “Yapısal uyum” adı altında, Dünya Bankası politikalarının sahte bir parlamenter demokrasiyi teşvik etmesinin ve bir ekonomik vesayet idaresinin, “paralel hükümet” tarzında ülkenin çekirdeğine uzun zamandan beridir yerleşmiş olmasının üzeri örtülüyor. Piyasa diktatörlüğünün yarattığı ekonomik insan kırımının üzeri örtülüyor. Piyasa sömürgeciliğiyle bütünleşmiş olan kapitalist tekellerin, “insan hakları-serbest piyasa-demokrasi” üçlüsüne dayanarak, bölgeye kâr adına “haçlı seferleri” düzenlemelerinin üzeri örtülüyor. Fiyatların dolarizasyonunun, ücretler üzerinde getireceği yıkımın, bir süre sonra yaratacağı müthiş toplumsal parçalanmanın üzeri örtülüyor. Araştırma kurumları tarafından cömertçe finanse edilen bir takım neo-liberal ideolojinin gizli neferlerini oluşturan sözde “toplumsal muhalif”lerin, olgusuz teori ve teorisiz olgular üzerinden yapay Kürt gündemleri yaratmasının üzeri örtülüyor. Birbirinin üzerine binerek gelen devalüasyonun toplumsal sonuçlarının, bölgeye getireceği yıkımların üzeri örtülüyor. Devlet yatırımlarının son mevzilerinin de çöküşünün, emekçilerin uzun yıllara yayılan pahası ağır mücadelelerin sonucunda ortaya çıktığı gerçekliğinin üzeri örtülüyor.

Soyut bir “devlet düşmanlığı” yaratılıyor. Devlet girişimlerinin yağmalanması ve özelleştirilmesi bilinci iyice köreltilmiş emekçilerin alkışlarıyla kabullenilirken, buna etnik anlamlar yüklenmesinin gelecek açısından yaratacağı vahim sonuçların üzeri örtülüyor. Sosyal güvenlik ağının yine uzun mücadeleler neticesinde elde edilen kazanımlarının paramparça edilmesi ve bunun yerine yoksulluğun hafifletilmesi programlarının ikâmesinin, insanlık onurunu ortadan kaldıran ve kullanılıp atılabilirlerin isyanını engelleyen yönlerinin üzeri örtülüyor. Bulaşıcı hastalıkların bölge illeri başta olmak üzere yeniden canlanmasının üzeri örtülüyor. Küresel ekonomik sistemin ucuz emekle beslendiği ve ucuz emeğin varlığı için etnik bir bölünmenin zorunluluğu üzeri örtülen olgular arasında.

Büyük bir rantiye ekonomisinin savaştan beslenmesi, savaşı mümkün kılan finansal şebekelerin dev malî organizasyonlarla ve küresel finans kraliyetiyle, yeni aristokrasiyle iç içe olması olgusunun üzeri örtülüyor. Alışveriş merkezleri sistematiğiyle lüks tüketimin her geçen gün yoğunlaşmasının yol açtığı büyük kültürel, toplumsal, ekonomik sorunların üzeri örtülüyor. Açlıktan ölümlerle yoksulların yok edilmesi stratejisinin, neo-liberal uyum politikalarının bilinçli tercihi olduğunun üzeri örtülüyor. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların açık olmayan dolaylı egemenliğinin üzeri örtülüyor. Müthiş ölçekteki borçlanma programlarının bir süre sonra şok tedavileri zorunlu kılacağı, bu şok tedavileriyle birlikte sermaye diktatörlüğünün tekno-bürokratik şiddeti militarist acımasızlıkla bütünleştireceğinin üzeri örtülüyor. En önemlisi de, “Amerikan Rasputin”i Brzezinski'nin, Anadolu'nun güneyini, doğusunu “Avrasya Balkanları” olarak nitelendirmesinin üzeri örtülüyor.

Tüm bu olgular tartışılmadan, bir halkın adını büyük harflerle bir sorunun başlığı haline getirmenin kendisinin bir sorun teşkil ettiği ortadadır. Diğer yandan stratejik bombardıman neticesinde öldürülen 35 Kürt köylüsünün, baştan beridir özetlenen olgular, süreçler ve ağırlıklı olarak ekonomik, politik, tarihsel çerçeve içerisinde yerli yerine oturtulması gereken, yok ediliş hikâyelerinin; bu üzeri örtülenlerin açığa çıkarılması bakımından, onların canı pahasına yarattıkları bir tartışma ortamına kaynaklık etmesi, adeta tarihsel zorunluluğa dönüşüyor. Faşizmin yedek gücü haline gelmiş yeni tür küçük burjuva ırkçılığının “kaçakçı” başlığı altında bu insanları değerlendirmesinin hiç bir meşruluğu, tarih önünde hiç bir değeri, hiç bir ahlâki gerekçesi olmadığı ortadadır.

Tekelci Gangasterliğin Medyası Etnik Pazarlama İşinde

Türkiye'de medya tekellerinin finansal akış sistemi araştırıldığında, vergi kaçakçılığından naylon faturacılığa, oradan uyuşturucu fonlarının aklanmasına, kaynağı belirsiz servetlerin aklanması sürecinden, Türkiye'den yüzlerce ton altının kaçırılması ve onun üzerinden Türkiye'ye giriş yapan fonların aklanmasından elde edilen gelirlere kadar pek çok karanlık dinamiğe oturduğu ortadadır. Ben elbette bu bağlamda kirli para, temiz para ayrımı yapanlardan değilim. Çünkü kapitalizmin gayri ahlâki olduğunu biliyorum. Ama kendilerini, özellikle birer temizlik abidesi olarak sunan bir takım yorumcuların, köşe yazarlarının, kiralık burjuva ödül avcısı uzmanların maaşlarını hangi kaynaklardan aldığını da gayet açık bir biçimde bugüne kadar yazdım. Bu kaynakların neler olduğu da büyük bir açıklıkla orta yerde duruyor. Cinayet ekonomisinden beslenenler, dünyanın en önemli vergi kaçakçılığı merkezlerinden birinde köşe tutmuş olanlar, köşelenenler, acaba günün birinde vergi kaçakçıları (ki sistem açısından tekellere verilmiş bir imtiyazdır), hayali ihracat fonlarının patronlarının kasalarına akması, devletten edinilen teşviklerin ciltler tutacak hikâyeleri karşısında vicdanlarıyla ayağa kalkacaklar mı? Yoksa cüzdanlarını şişirmeye devam mı edecekler?

Özellikle medyada köşelenenler, kimseye kaçakçılık konusunda ders verecek durumda değildirler. Hele tüm bankacılık sistemi “off-shore”culuğa dönüşmüş, dünyanın en büyük malî varlık aklama-paklama operasyonunun yapıldığı Türkiye'de, buna hiç itirazı olmayanlar; merkez bankasında “net hata - noksan” giriş başlığı altında formüle edilen kaynağı belirsiz fonların Türkiye'ye girişine seslerini çıkarmayanların temizlik, ahlâkilik, dürüstlük konusunda kimseye verecekleri bir ders yoktur. Dolayısıyla 35 insanımıza leke sürmeye kalkanlar, öncelikle burjuva sisteminin kiralık ödül avcıları olduklarının herkes tarafından bilindiğini bilerek, işe başlamalıdırlar.


Deşifrasyon: Hazal Kelleci

halksahnesi.org.