DERYA AYDOĞAN

Türkiye’de toplumsal ve siyasal ayrışma hâd safhada. İktidar odaklarının ayrıştırıcı dili kutuplaşmayı giderek derinleştiriyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra yükselen tansiyon düşmezken, her gün gelen ölüm haberleri bir arada yaşamın olanaklarını dinamitliyor. Son dönemlerde yaşanan tüm bu gelişmeleri Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Besim Fatih Dellaloğlu’na sorduk.

Toplum nasıl bir psikoloji ile seçime giriyor?
4 ay gibi kısa bir süreçte seçmenlerin kararlarını köklü bir şekilde değiştirmeleri çok akla yatkın gelmiyor. Bu da şu demek oluyor; yine 4 partili bir Meclis bizi bekliyor. 1-2 puanlık oynamalar olsa da sıralamanın değişeceğini pek sanmıyorum. Ama eğer bir değişiklik olacaksa belki sadece MHP ile HDP arasında milletvekili sayısı açısından yaşanabilir. Çok zor bir dönemden geçiyoruz ve aslında bu süreç 7 Haziran’dan da önce başladı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte devraldığımız, kutuplaşma kültürümüz zaten var. Batıcılar-yerliler, dindarlar-laikler, buracılar-oracılar, Türkler- Kürtler, Aleviler- Sünniler... Bu kutuplaşma son dönemde siyasi pozisyonların giderek kimlikleşmesine neden oldu. Bunun başlangıcı belki Gezi de olabilir ya da 2010 Referandumu da. AKP aklının bilinçli bir tercihi gibi gözüküyor.

AKP kendi tabanını kemikleştirmeye çalışırken ona oy vermeyen herkesi birbirine yaklaştırdı diyebilir miyiz?
AKP tabanını belli ölçüde partisinin arkasında konsolide ediyor ama ilginç bir şekilde diğer partileri de tabanlarıyla bütünleştiriyor. Tayyip Erdoğan ya da AKP aklı, Selahattin Demirtaş’a ve temsil ettiği çizgiye yüklendikçe o tarafı da konsolide etmiş oluyor. Şimdi AKP, HDP’nin oyunu 9 buçuklara indirmeyi deniyor olabilir. Tek başına iktidara gelebilmesi için sadece kendi oyunu artırması gerekmiyor, HDP’yi Meclis dışı bırakması yetiyor. Bunu sağlamak için HDP tabanına yükleniyor olabilir. HDP yüzde 10’un altında kaldığı anda Güneydoğu’daki milletvekilleri daha önceki yıllarda olduğu gibi AKP’ye kalacak. AKP’ye kalacak diyorum çünkü CHP ya da MHP o bölgelerde yeterince varlık gösteremiyor uzun zamandır.

Nasıl bir seçim şekli ile sonuçlardan mutsuz bir çoğunluğun oluşması engellenebilir?
AKP’nin arkasındaki ortalama yüzde 40’ın konsilidasyonu sağlamak için AKP aklının ürettiği siyaset aslında otomatik olarak ‘toplumsal meşruiyet’ sorununu depreştiriyor. Kutuplaşma gibi bir kültürümüz zaten var ve AKP bunu özellikle bir siyasete dönüştürüyor. Toplumsal olan bir şeyi siyasi bir argümana dönüştürüyor. Belli ölçüde de başarılı oluyor. Yüzde 40’a yakın insan her türlü tereddüdüne rağmen AKP’nin arkasında dururken, geri kalan yüzde 60 da karşısında duruyor. Bu durum bizi Habermas’ın ‘meşruiyet krizi’ dediği şeye götürüyor. Maalesef bütün dünyada meşruiyet krizleri otoriterlik üretmiştir. Düşünün ki sizin arkanızda sizi çok seven bir yüzde 40 var. Ya da bu yüzde 40’ın bir kısmı sizi çok seviyor ve gönülden destekliyor ama kalan bir kısmı da kimliklere hapsolduğu için onun dışına çıkamayacağı için ya da mevcut siyasi sistem ona bir alternatif üretemediği için onun arkasında kalmaya devam ediyor. Ben yüzde 40 içindeki gönülsüz oranının arttığını düşünüyorum. Sayı toplamda azalmıyor ama gönülsüz oranı artıyor. Bu gönülsüz insanların başka bir partiye geçmesi için ortalama gerilimin düşmesi lazım. AKP’nin okumakta zorlandığı bu boyut ise yani iktidarda kalmak için ülkenin genel geleceğini riske etmesi.

Meşruiyet krizi nedir? Türkiye üzerinden nasıl okuruz bu kavramı?
Bir iktidar var ve seçimle iktidara gelmiş. Sandık elbette ki Cumhuriyet’in, demokrasinin vazgeçilmez bir unsuru. Dolayısıyla çoğunluğu elde etmiş bir parti olabilir ama bu işin biraz legalite boyutu. Meşruluk boyutu ise aslında seçmen kitleleri üzerindeki itibarı. Başka bir partiye oy verebilirsiniz ama AKP iktidarını da meşru bir parti olarak değerlendirebilirsiniz. AKP erken dönemlerinde yüzde 35-40 oy alırken aslında uyguladığı politikaların toplumsal meşruiyeti 35-40’ın üzerindeydi. Gerilimin siyasete yansımaması mümkün değil. Bu konsolidasyonu sürdürmek için uygulanan baskı, antidemokratik uygulamalar veya medyanın kullanılma tarzı, sosyal medyanın yönetilme biçimi, troller, yazarların darp edilmesi... Bunların hiçbiri tesadüfî değil. Sadece yaşadığımız sürecin sonuçları. Bu böyle devam ederse gerilim artık toplumun taşıyamayacağı bir noktaya gelebilir. 102 insan hayatını kaybediyor bir patlamada ve bizler toplumsal duruş sergileyemiyoruz. Milli maçta 102 insan için saygı duruşu yapılıyor fakat bir takım insanlar ıslıklıyor. Liderler birbirlerini suçluyor. Bir lider diğer bir lidere ‘katil’ diyor mesela... Toplumun ciddi bir kesiminin bu olaydan sonra AKP lideri hakkında ‘katil’ sıfatını kullanması, meşruiyet krizinin artık en son noktası. Bu doğrudur ya da yanlıştır demiyorum. Toplumun çok geniş kesimleri Cumhurbaşkanı için bu terimi kullanıyorsa vahim bir durum var demektir ve bu meşruiyet krizinin göstergesidir.

Ona oy vermeyenlerin birleşmesi acaba Gezi sürecinde Tayyip Erdoğan’ın ‘evlerinde tuttuğumuz yüzde 50 var’ söylemiyle başlamış olabilir mi?
Türkiye’nin zaten geçmişinde olduğunu varsaydığım kutuplaşmanın üzerine oturup onu daha da güçlendiren kutuplaşmanın tam olarak nerde başladığı konusunda çok kesin bir tarih veremeyeceğim. Ama siz ‘Gezi’ mi derseniz, buna hayır demem. Gezi, önemli bir dönemeç olabilir. Yüzde 50’yi evde zor tutuyoruz demesi veya orada hayatını kaybedenlere yönelik insani, kapsayıcı konuşmalar yapmaması, bütün topluma hitap eden bir tavrın alınamaması hatta tersine bu kutuplaşma siyasetinin aracına dönüşmesi... Kabataş olayı gibi. Ona oy vermeyenlerde ona karşı itibar düşüşü ve nefret konusu haline dönüşmesini çok hızlı bir şekilde gündeme getirdi. Bu sergilenen duruştan ancak ve ancak otoriterlik çıkar.

Otoriterlik mi?
“Diktatör”, “faşist” gibi sıfatlar sosyal medyada çok kolay kullanılır hale geldi. Neredeyse herkes sevmediği kişiye ‘faşist’ diyor. Benim burada tercih ettiğim kavram, otoriterlik. Diktatörlük ve faşizm her zaman kullanılacak kavramlar değiller. Ekonomik kullanılması gereken kavramlar bunlar. Otoriterlik derken kastım şu: Türkiye son yıllarda çok ciddi bir otoriterleşme tüneline doğru giriyor. Aslında 7 Haziran’dan sonra Devlet Bahçeli’nin, Kemal Kılıçdaroğlu ve Selahattin Demirtaş’ın bu durumu fark ettiklerini ve Erdoğan’ın çıkışlarına karşı çıkış yapmadıklarını görüyoruz ve bu toplum için olumlu bir şey. Davutoğlu’nun da zaman zaman yukardan konuşarak Erdoğanlaşması söz konusu olsa da genel olarak tavrının daha yumuşak olması, siyasetin geriliminin azalması açısından olumlu.

Görünen şu ki, seçimlere sanki Davutoğlu değil Erdoğan giriyor.
Tayyip Erdoğan’ın hedefi Cumhurbaşkanı olmak değildi. O başkan olmak istiyordu. Bunu eskiden alçak sesle söylüyordu şimdi ise yüksek sesle söylüyor. Bunun bir siyasi çizgiyi yıpratmaması mümkün değil. Doğal liderini cumhurbaşkanı yapıp onun koltuğunun altına bir başbakan koyma zorunluluğu hiçbir siyasete bir şey getirmez. Kaybettirme oranı ve seviyesi değişir ama asla kazandırmaz. AKP zaten şu an da o krizi yaşıyor. Çift başlılık, yönetilemezlilik bunların hepsi birer örnek. Cumhurbaşkanlığı sarayında Davutoğlu’nun yüz ifadesi aslında o sistemin nasıl yürüyemeyeceğinin kanıtı. Başkanlık sisteminin Türkiye’de gerçekten bir sosyal tabanı siyasi bir karşılığı olmadığı için bu konuda yapılan her türlü zorlama aslında kutuplaşmaya ve otoriterleşmeye malzeme taşır.

Başkanlık sistemiyle ilgili olumlu düşünenler dahi öneri Tayyip Erdoğan’dan geldiği için refleks olarak artık karşı çıkıyorlar.
Şunu es geçmeyelim, başkanlık isteyen kişinin siyasi geçmişi çok önemli. Kamuoyu için değil daha çok kendisi için istenen bir sistemden bahsediyoruz. Bu da tabi karşı taraftaki endişeyi çoğaltıyor. Endişe meşruiyet krizini körüklüyor. Bu tür zeminlerin Türkiye’de çok genişlemesi de aslında darbe ortamlarına uygun bir hazırlık yapıyor.

Habermas’ın gerilimin ortadan kalmasına yönelik çalışmalarında ‘İletişimsel Eylem Kuramı’nda ne söylüyor?
Habermas’ın ‘iletişimsel eylem kuramındaki referansı Türkiye için fazla lüks gibi geliyor bana. Kamusal alanda, siyasi arenada Akp’li, Chp’li, Mhp’lİ, Hdp’li olabilirsiniz ama diğerlerini gayrimeşrulaştırmadan, illegalize etmeden de eyleyebilirsiniz. Bu önermeyle son 3-4 yılda Türkiye’de olanlar birbirinin tam zıttı. Siyasi pozisyonlar tamamen cemaatleşiyorlar. Bunu demeçlerde görüyoruz. Hatta liderlerin birbirleriyle görüşememeleri. Daha da vahimi bu sosyal katmanlara doğru genişliyor.

Son yıllarda siyaset yüzünden insani ilişkilerde çok mu zorlanıyoruz?
Türkiye her zaman kutupsaldı, Türkiye’de her zaman siyasi gerilim vardı diye çok söyleniyor. Bir açıdan doğru ama bugünü anlatma da yetersiz. Biz niteliksel bir sıçrama yaşıyoruz. Türkiye’de farklı cemaatler farklı mahalleler her zaman vardı. Türkiye bu anlamda hiçbir zaman gerçek bir cumhuriyet ya da gerçek bir ulus devleti asla olamadı ama bu ayrı bir büyük tartışma. Son 4 yılda yaşanılanı sadece bununla açıklamanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Burada gerçek bir faşizm riski oluşuyor. Bu kutuplaşma seviye atlamış bir kutuplaşma. İnsanların aile içinde birbirleriyle görüşmemeleri, arkadaşlıkların kopması-bitmesi. Ben çevremde bu olayları çok görüyorum. İnsanlar 20 yıllık arkadaşlıklarından yaşanılan olaylara aldıkları tutumlar yüzünden vazgeçiyor. Siyasetin toplumlaşması genel teoride iyi bir şey olarak değerlendirilir ama bunun sokaklara yansımasına baktığımızda 102 kişi öldüğünde ‘oh olsun ‘diye tweet atılabiliyor. Bu tweeti atan insanın daha sıcak bir ortamda sokakta rakibini gördüğünde nasıl davranacağını kim kestirebilir?

Kaynak: Birgun.net