Av. D. CEREN ŞİMŞEK

Alın size meramımız; Siirt’te 2011 yılında yaşanan bir vahşet. Bu vahşet ataerkil düzende nasıl yargılamaya konu oldu?

Güzel Sanatlar Lisesi öğrencisi Ç.Y., yaz tatilinde bir giyim mağazasında yaklaşık iki ay çalışıp ayrıldıktan sonra girdiği ağlama nöbetleri üzerine öğretmeninin ısrarıyla tecavüze uğradığını anlatmış ve bunun üzerine Milli Eğitim Müdürlüğü ve aile, mağaza sahibi A.K.’den şikâyetçi olmuştur. Ç.Y. savcıya verdiği ifadede patronunun mağazadaki elbiseleri giymesini istediğini, giyinme odasında tecavüz ettiğini ve bunu “ailene olanları anlatırım” diyerek, tehdit ederek yaklaşık bir ay boyunca sürdürdüğünü anlatmıştır. Gelgelelim asıl karın ağrımıza; yargılanan sanık için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın tebliğnamesinde “olayın açığa çıkması evli olan sanığı ailevi anlamda daha fazla zora sokar” diye itiraz etmiş ve böylece sanığın beraatine ve tahliyesine karar verilmiştir.

Söz konusu başsavcılık tebliğnamesi gündelik hayattaki cinsiyetçi önyargıların yazıya dökülmüş halidir. Konu cinsiyetçilik olunca, iktidar aracı olan dile dikkat çekmek gerekir. Dil, kendini ifade etmenin en önemli aracı olmasının yanı sıra toplumsal güç içinde önemli araçtır. İnsanların toplumdaki yerini, konumunu belirler ve o yerin oluşmasında rol oynar. Bu nedenle ataerkil toplumun oluşmasında en önemli silah dildir. Nietzsche’nin dili bir hapishaneye benzetmesi gibi, kadınlar ve LGBTİ bireyleri için dil bir F tipidir. Nurşen Yıldırım’ın bir yazısında vermiş olduğu ceza hukuku sınav sorusu örneği dildeki cinsiyetçiliği de gözler önüne seriyor. “Evli erkeğe boynuzlu denmesi durumunda eşine karşı ne tür bir suç işlenmiş olur?” sorusunun cevabı olan “Dolayısıyla Hakaret” olan kavramı bu şekilde anlatmaya çalışmanın niyet sorgulaması yapılması gerekmez mi?

Dile çok mu takılıyoruz? Bu sorunun cevabını Fransız feminist düşünür Helene Cixous versin; “Kültür dediğimiz şey dilden başka bir şey değildir. Bu düşüncede dilin yapısı ikili karşıt düşüncede gelişmiştir. Bu karşıtlık beraberinde bir hiyerarşi de getirmiştir.” Hangi sınıfın egemenliği varsa o sınıfın ideolojik fikirleri var olur. Hukukta da aynısını görmekteyiz. Yasa yapanlar, yasayı uygulayanlar ve yorumlayan geleneksel olarak erkektir. Bu nedenle hukuk kurallarında, mahkeme kararlarında egemen olan eril dildir.

TCK değişimi ile aslında kadın bakış açısıyla birçok kazanım elde edilse bile mahkeme kararlarında, hukuk kitaplarında ve hatta hâkimler tarafından duruşma esnasında söylenen sözlerde eril dilin hâkimiyeti çok nettir. Hukuk Sözlüğü (Ejder Yılmaz) adlı kitapta eşcinsellik sapıklık olarak tanımlanmakta, avukatların yargılandığı bir davada erken mahkemenin erkek başkanı “Bana giren çıkan yok” diyebilmekte ve bunun üzerine eril dil kullanmakla eleştirilmesine rağmen “sonuçta erkeğiz” diyerek bu kullanımı savunmakta, müdafiiler sanık savunmalarında kadını değersiz göstermek için türlü ve sınırsız ifadelerde bulunabilmektedir.

Yaşamı daha iyi kılmak, eşit, adaletli, bir toplumun vatandaşı olmak için hukuk vardır ancak tarihine bakıldığında görülecektir ki; hukuk kuralları genelde erkekler tarafından yapılmıştır. Kadınların özne olduğu durumlarda bile erkek bakış açısıyla kurallar koyulmuş, uygulanmış ve yorumlanmıştır. Hukuk içerisinde genel ahlak gibi kişiden kişiye göre değişebilecek olan bir kavramın merkezinde kadın bulunmakta ve özellikle kadınlarla ilgili olarak namus ve cinsellikle ilişkilendirilerek anlaşılmaktadır. Kadın, edilgen bir yapıya bürünerek sahip olunabilen bir nesne haline gelmekte, hukuk kurallarının kadına bakışıyla, kadın özerk bir varlık değil daha çok ailenin bir parçası olarak tanımlanmakta, baba ya da kocaya ait görünmektedir. Bu nedenle genel ahlak ataerkilliği ve şiddeti destekler, adaletsizliği haklı gösterir.

Buna göre kadın cinayeti/kadına şiddet dosyalarında kadınları özellikle kötü hayat yaşayan, değersiz, sadakat yükümlülüğüne uymamış bir şekilde göstermeye çalışan sanıklar ve bu yanıltıcı ifadelerle “rıza gösterdiği”, “zaten hak ettiği”ne karar veren mahkemeler vardır. İdeal bir ahlak anlayışında kadın ve erkek eşit iken, gelenekselleşmiş ahlak anlayışı toplumu yansıtacağı için ataerkillikten sıyrılamamaktadır. Toplumsal ahlakın her zaman bir riski vardır; cinsler arasındaki eşitsiz konumu ve değer yargılarını hukuki düzenlenmelere taşınma riski.

Erkeklerin yorumuna dayanan geleneksel hukuk, kadınların görünmez olmasına sebep olmuştur. Kadını ikincilleştiren, dilediği yerde yok sayan eril söylem devlette kendini fazlasıyla hissettirmektedir. Aslında bir devlet politikası olan bu durum muhafazakâr siyaset içerisinde çok rahat yer bulmakta ve ayrıştırıcı cinsiyet rejimine dönüşmektedir. Kamusal alandaki eril denetim, hukuk tarafından da pekiştirilmiş, bu da erkeğin, kadına tahakkümünü cesaretlendirmiştir. Bunun en önemli çözümü hukukun genel ahlak karşısında direnmesidir.

Editör: Zeynep Altıok Akatlı