Bugün “Yaşamın Kıyısında” adıyla gösterime girecek olan ve en iyi film, yönetmen, senaryo, erkek oyuncu (C.Affleck), yardımcı kadın- erkek oyuncu (M.Williams, L.Hedges) dallarında Oscar’a aday gösterilen “Manchester by the Sea”, doğrusu son haftalarda seyretmekten çok keyif aldığım Amerikan filmi oldu baştan belirtmek gerekirse.

Oyun yazarlığı ve yönetmenlik eğitimi aldığı New York üniversitesinden ve çeşitli sahne eserleriyle senaryolar yazdıktan sonra senarist olarak sinemaya girip ilk yönetmenliğini 2000’de “You Can Trust Me”yle yapan, 1962 Bronx doğumlu yönetmen Kenneth Lonergan’ın 2011’de çektiği “Margaret”le yönetmenlik yeteneklerini ortaya serdikten sonra yazıp yönettiği üçüncü filmi “Manchester by the Sea-Yaşamın Kıyısında”.

Dramatik geçmiş

Kalp krizi geçirip hastaneye kaldırıldığı haberini aldığı ama son anlarına yetişemediği abisi Joe’nun (Kyle Chandler) ölmesi üzerine, 16 yaşında, ergenliğin en çalkantılı dönemlerindeki, 2 kızı hem Silvie’yi (Kara Hayward) hem de Sandy’yi (Anna Baryshnikov) birden idare etmekte iddialı, hızlı yeğeni Patrick’in (Lucas Hedges) yasal vasiliğini üstlenmek zorunda kalıyor Lee Amca. Hayatta bir baltaya sap olamamış, hırsı, beklentisi ve yaşama coşkusu nerdeyse sıfırlanmış, kendine faydasız ve çocuklarının ölümüne yol açan bir yangın kazasına sebep olduğu dramatik geçmişinden ötürü de kötü anılarıyla birlikte hissettiği o suçluluk duygusundan bir türlü sıyrılamayıp hep mazoşistce acı çeken, vicdanı rahatsız, yarım kalan bir intihar girişiminde de bulunmuş, aslında sözcüğün tam anlamıyla bir ‘kaybeden’ olan amca Lee (Casey Affleck), Quincy- Massachusetts’de su borusu ya da sifonu bozulan ev kadınlarının tüm kaprislerini sineye çekerek apartman kapıcılığı yapan, sessiz, yapayalnız biri.

Oğlu Patrick’i, dindar ama alkolik annesinden (Gretchen Mol) çok amcası Lee’nin bakımına ve sorumluluğuna veren bir vasiyet bırakmış ağabeyinin ölümünden sonra, doğduğu, büyüdüğü kent Manchester’e dönen, yangında ölmelerine neden olduğu 3 küçük çocuğunun annesi olup yeniden evlenmiş olan eski karısı Randi’nin (Michelle Williams) yeniden yakınlaşma yaklaşımını da öteleyen Lee Amca’nın (Casey Affleck) trajik hikâyesini anlatan “Manchester by the Sea”, 2016 başlarında ilk kez seyirciyle buluştuğu Sundance film festivalinde eleştirmenlerce keşfedilmiş, sinefillerden oluşan büyükçe bir hayran kitlesi de edinmiş ve çeşitli ödüller kazandığı Toronto, Londra,Telluride, New York gibi festivallerin de gözdesi olmuştu sonrasında. Meraklısına, 2,5 saatlik uzun süresine karşın hiç bitmesin dedirten bu etkileyici ve dokunaklı amca-yeğen ilişkisi hikâyesini, capcanlı karakterlerin çekip götürdüğü, temposunu ritmini hiç düşürmeyen, sürükleyici bir anlatımla perdeye aktarıyor “Yaşamın Kıyısında”.

İncelikli senaryo

Öncelikle boşvermişin-koyvermişin önde gideni ama huzuru bulma umudunu da yitirmemiş, acılı Lee Amca rolündeki, şimdiye dek hep oyuncu-yönetmen ağabeyi Ben’in gölgesinde kalmış, ilk kez “Jesse James’i Vuran Adam” olarak vaktiyle radarımıza takılmış, Oscar’a aday gösterildiği, çok başarılı amca yorumuyla sonunda bu kez turnayı gözünden vurmuş ‘bebek suratlı’, Casey Affleck’in başını çektiği, Michelle Williams, Lucas Hedges, Kyle Chandler, Gretchen Mol’dan oluşan oyuncu kadrosunun alkışlanası performansları, acının kalıcılığına, belleğin aman vermezliğine ilişkin, incelikli senaryosu ve duygusal hassasiyetleri önemseyen, özenli ve zarif anlatımı, özetle mutlaka seyredilmeli dedirtiyor bu sıradışı dramı. Ayrıca kameraman Jody Lee Lipes’in birinci sınıf görüntüleriyle besteci Barber Lesley’ın müzikleriyle desteklediği, kuşkusuz 2016’nın en iyi Amerikan filmlerinden biri diyebileceğimiz bu “Yaşamın Kıyısında”yı kesinlikle kaçırılmaz kılıyor sonuçta.

Baba-kız hikayesi

Eleştirmenlerce beğenildiği, Altın Palmiye’ye aday bile gösterildiği Cannes’dan sadece sinema yazarlarının (FIBRESCI) ödülüyle dönen “Toni Erdmann”, petrolcü büyük bir Alman şirketinin Bükreş bürosunda danışman olarak çalışan, küresel kapitalizmin kurallarını aşırı benimsemiş, telefonunu hiç elinden düşürmeyen, herkese mesafeli, bütünüyle kariyerine odaklanmış, hırslı, soğuk, işkolik Ines’le (Sandra Hüller) yaşlı köpeğinin ölümünün ardından onu habersizce ziyaret eden, tuhaf bir mizah tarzına sahip, Toni Erdmann takma adını kullanan, takma diş ve peruklar takıp makyajlar yaparak habire tipini değiştiren, öğretmen emeklisi, şaka ve sürpriz bağımlısı, hep muzip babası Winfried’in (Peter Simonischeck) karmaşık ilişkisi üstüne gelişen, tuhaf bir komedi.

Ayrıksı bir gülmece

Gözlemleriyle düş gücünü kaynaştırmanın üstesinden gelen, yetenekli Alman kadın yönetmen Maren Ade’nin, toplumsalküresel sorunlarla ailesel çatışmaları, bozuk bir baba-kız ilişkisi ekseninde verdiği, dramla iç içe ayrıksı bir gülmece yaklaşımını harmanlayan ve klişelere yüz vermeyen, yalın ama yenilikçi, taze anlatımıyla çekici kıldığı film, biraz zorlama kaçmış, çırılçıplak parti ya da piyanist babayla kızının popüler bir Whitney Houston şarkısını seslendirdikleri müzikal sekans gibi bölümleriyle akılda kalıyor. Kısacası “Toni Erdmann” kuşkusuz görülesi, cesur, yırtık, eğlenceli bir film ama yılın filmi gibi, abartılı nitelemelerle anılacak bir başyapıt değil kanımca.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr