Biribiriyle destek temasıyla çalışan Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) 2006'da, Türkiye Hapishane Çalışmaları Merkezi (TCPS) 2012'de kuruldu. Amaçları cezaevlerini akademinin birikimiyle ele almak, adli ve siyasi mahpusluğa hak temelli bir bakış açısıyla yaklaşmaktı. Bu pek nadir yapılıyor Türkiye'de. Engelli, kadın, çocuk, LGBTİ gibi “dezavantajlı” grupların cezaevi koşullarına odaklandılar, raporlar yayınladılar.

İki yıldır izin verilmeyen cezaevi ziyaretleri dışında temel bilgi ağlarını, ilgili kurumlara bilgi edinme hakkı çerçevesindeki başvuruları ve tutuklu/hükümlülerin mektupları oluşturuyor. Günde ellerine cezaevlerinden en az kırk mektup ulaşırken, bu rakamın 15 Temmuz sonrası beşe düşmesi bile, konuşmak istediğimiz darbe girişimi sonrası cezaevlerinin ahvaline dair net bir gösterge. TCPS'nin kurucularından sosyolog Mustafa Eren, meseleyi 90'lardan beri süren yapısal değişiklik üzerinden çarpıcı tespitlerle anlattı.

Hükümetin cezaevleri politikasını uzun süredir takip ediyorsunuz, 15 Temmuz sonrasını bu gidişatta nerede görmek gerekli?

Politikalarda temel değişiklikler olmasa da sayılar ciddi şekilde arttı. Bugünü anlamak için hapishanelere ilişkin 10 yılı aşan bir yönelimden söz etmek gerekli. Yüksek lisans tezimde de bu konuyu ele almış, Osmanlı'dan bugüne hapishanelerin tarihini üçe ayırmıştım. Üçüncü dönemde özellikle 1980 sonrası hem politik, hem mimari, hem yasalar açısıdan hapishaneler ciddi anlamda değişti. 80'e kadar koğuş tarzı hapishaneler gündemdeydi, sonra oda sistemine geçiş başladı. 84'te bir yasa değişikliğiyle terör nedeniyle tutuklu ve hükümlü olanlar cezalarını 1-3 kişilik yerlerde çekerler, denilerek F tipi hapishanelerin zemini atıldı. Gündelik hayatta askeri nizamın dayatıldığı bir süreç başladı.

Cezaevlerinin militerleşmesi küresel bir eğilimdi diyebilir miyiz?

Tabii ki, bize 2000'lerde gelen hücre tipi, F tipi hapishaneler, Baader Meinof'la birlikte Almanya'da 70'lerde vardı. Toplumsal hareketliliği bastırmak için kullanılan yöntemlerden biriydi bu; Türkiye'de de aynı gerekçe kullanıldı. Hayata Dönüş, Buca, Ümraniye, Ulucanlar, Diyarbakır; 95-2000 arası tekil ve çok vahşi saldırıların yaşandığı bir dönemdi. İnsanların kafaları kalaslarla parçalandı. 2005'ten sonraki eğilimse hücre tipi hapishaneleri kampüsler halinde bir araya getirmek. Siliviri'de 11 hapishane, 10 binin üzerinde mahpus, 10 bin kadar da personel ve ailesi var. Camii, hastane, personelin çocuklarının gittiği okulun bile kampüs içinde olduğu, cezalandırma üzerinden yaratılmış 20 bin kişilik bir kent. 90'lı yıllarda 600'e yakın hapishane vardı, şu an 361 ama tutuklu, hükümlü sayısı üç katına çıkmış. Mahpus sayısı 2005'e kadar 50 binlerdeydi. Sadece darbe dönemlerinde 70 bine çıkmış. 2005'ten sonra inanılmaz bir artışla bugün 214 bine ulaşmış durumda.

Hem ekonomik hem toplumsal açıdan yeni olan bu oluşumları sadece suç-ceza üzerinden açıklamak mümkün değildir herhalde. Aynı zamanda bir “sektörden” söz ediyoruz. 2005'ten sonra dramatik şekilde artan mahpus sayısını siz nasıl gerekçelendiriyorsunuz?

Suçla daha etkin mücadele edildiğinden, bilişim suçları gibi yeni suçların ortaya çıkmasından ve infaz yasasındaki değişiklikten söz ediyorlar. Ama bunların hiçbiri üç katı açıklamıyor. Burada bir toplumsal mühendislik, biz fanilerin dışarıdan göremediği bir işleyiş var. Bu yılın başında dört yıl içinde 165 yeni hapishanenin yapılacağı da açıklandı. Yani mahpus sayının 300 binlere ulaşması öngörülüyor. Bu öngörü neye dayanıyor meçhul. Darbe girişimi sonrası 27 bin kişi tutuklandı, bu çok ciddi bir rakam.

Yeni gelecek tutuklulara yer açılacağı izlenimi uyandıran bu son OHAL tahliyelerine af demekle dememek neleri değiştirir?

Af dediğinizde eşitlik ilkesini ihlal üzerinden başvuru gerçekleşebilir. 1990'da bu olmuştu; AYM ihlal kararı vermişti. Daha sonraki Rahşan Affı olarak bilinen afta ise AYM ihlal görmemişti. Af dediğinizde toplumsal karşılığı ve izleyecek hukuki süreç başka türlü olacağından infaz yasasında değişiklik yapıldığını söylemeyi tercih ediyorlar. Hukuk terminolojisi açısından bu özel aftır. Yoksa 38 bin insanı, toplamda 93 bin kişiyi dışarı çıkarmanın adı aftır.

Bu uygulamanın darbe sonrası tutuklanan ya da tutuklanması planlananların salıverilenlerden daha suçlu olduğuna dair bir kanı oluşturduğunu, bunun da masumiyet karinesinin ihlali olduğunu söylemişsiniz açıklamanızda. Bu kanı nelere yol açar?

Türkiye'nin toplumsal ortamı zehirlenmiş durumda. İnsanları sokağa çağırıp orada kalmalarını istediğinde ve darbe girişimi sırasında bazı askerlerin sivil askerler tarafından öldürüldüğü bu kadar gündeme gelmişken, insanlara birtakım şeyleri yapabilme ehliyetini vermiş oluyorsunuz. Bu ehliyete zaten sahip olanlar, yani güvenlik görevlileri, askerler, infaz koruma memurları da o zaman daha pervasız olabiliyor. Bu sosyolojik bir tespit. Nazi döneminde mahkemeye çıkarılanlara neden bunu yaptıkları sorulduğunda “Yapabiliyorduk çünkü” cevabını veriyorlardı. Resmi olarak, KHK'lerle de “Yapabilirsin” dediğinde bir psikolojik, sosyolojik ortam yaratıyorsunuz. Türkiye'de sivil toplum örgütleri üzerinde de neyin ne kadar söylenebilir olduğuna dair bir tedirginlik var. Muhalif olanların dediğini tartmaya başlaması toplumsal ortamın zehirlendiğinin göstergesidir.

Alanınız da sosyoloji olduğundan önemli, bu zehirlenmenin bir sonraki evresi nedir?

Diğer ülkelerdeki örneklere bakarak konuşabiliriz. Geçmişte bu tür girişimler paramiliter güçlerin oluşmasına ve bunların sokağa hâkim olmasına yol açabildi. Buradan çıkmanın tek yolu toplumsal konsensüs ve bu yönde adım hiç göremiyoruz. Tamamen bir kesimi dışlayan, ötekileştiren bir yaklaşım söz konusu. Bir kesim diğerini yerli ve milli olmamakla suçlarken, artık hedef yapıp onları ezebilme potansiyeli var. Bunun zemini yaratılmış durumda. Darbeciler için hainler mezarlığı kurulabilmesi fütüristik bir şeydir, nasıl bir kafa bunu tahayyül edebilir? Bu, söz ettiğim zehrin nasıl yayıldığının göstergesi.

 

İŞÇİ MAHPUS ÇOK FAZLA

Mustafa Eren: “Çok görülmüyor ama hapishanelerdeki işçi/çalıştırılan mahpus sayısı 40 binin üzerinde. Devlet dairelerin eşyaları, askeriyenin kıyafetleri, bazı belediyelerin temizlik işçilerinin kıyafetleri yıllardır hapishanelerde üretilirdi ama sayı çok arttı. Mahpus sayısının artışının gerekçelerinden biri görülecek bir yapıdan söz ediyoruz artık. Birkaç binlerden 40 bine getirmek ciddi bir yapısal dönüşüm demektir. 2010 tarihli bir yasa değişikliğiyle artık özel firmalar da hapishanelerde kendi atölyesini açabiliyor. Herhangi bir ihale sürecine girmeden, hapishane müdürüyle anlaşıp günde 10-11 liraya işçi çalıştırabiliyorsunuz. 2014’teki ziyaretlerimizde biz de bildik bir kargo firmasının montlarının, bir otel zincirinin kullan-at terliklerinin üretildiğine tanık olmuştuk. Özel firmalar için çalışan mahpus sayısı henüz 2 bin civarında, ama bir yönelimi gösteriyor. Mahpuslar çalışmak istiyor çünkü maddi olanağı bulunmayan çok. Günde beş liraya başkalarının çamaşırlarını yıkayanlar var. Mektup göndermek için bile para lazım. Diğer yandan açık hapishanelerde çalışmayı reddettiğinde disiplin cezası alabiliyorsun, kapalıya gönderilebilirsin. Bu açıdan çalışmak zorunlu; anayasaya göre angarya yasağının da dışında. Bu emek sömürüsünün gündeme gelmesi gerekli.”

 

15 TEMMUZ SONRASI KOŞULLAR DEĞİŞTİ

Türkiye Hapishane Çalışmaları Merkezi’nden Berivan Korkut, hasta tutuklu ve hükümlüler üzerine yoğunlaşmış bir sosyolog. Bu yıl Mart’tan itibaren cezaevlerinden gelen mektupların değiştiğini anlatıyor öncelikle. Mart’ta ne genelge, ne KHK, ne yönetmelik olan “uygulamaya yönelik bir yazı”yla cezaevi koşullarını değiştiğini söylüyor. Milletvekilleri dahi bu metnin aslına sahip değil; onlar başvurularına aldıkları cevaplar üzerinden 15 maddesini çıkartabilmişler. Çekpas (temizlik aleti) saplarının 50 santime indirilmesi, her yedi kişiye bir kova verilmesi gibi gündelik hayat kısıtlamaları getirilmiş. 15 kitaptan fazlası, belli bir uzunluktan fazla çamaşır ipi, boş yoğurt kapları yasak. “Düzenli yazıştığımız mahpuslar bile bize yazmıyorsa, demek gerçekten sorun var” diyor. Korkut manzarayı şöyle özetliyor: “15 Temmuz sonrası ilk üç gün tüm avukat görüşmeleri engellendi. Sadece siyasileri değil, adlileri de içeren, mantığı anlaşılmayan sevkler söz konusu. Kürt tutuklu ve hükümlülerin ailelerinden uzağa Batı’ya gönderildiğini aktarıyor. Sincan Cezaevi tamamen boşaldı, İzmir Kürkçüler’in de boşaltılmasına dair duyumlar da gündemde. Darbe girişimi nedeniyle tutuklananların, diğer tutuklu ve hükümlülerle temas etmemesine özen gösterildiğini aktarıyor.” Sevkler sırasında çıplak arama neredeyse rutinleşmiş bir uygulama. Ters kelepçe, copla dövülme. İzmir Ödemiş’ten gelen toplu mektup, vahşice hislerle yapılmış bir saldırı anlatıyor. Bir eski mahpus, darbe nedeniyle tutuklananlara içeride yoğun baskı olduğu, sabah- akşam bağırış sesleri geldiği tanıklığını aktarmış. Siyasi mahpuslar bu durumu protesto ettiğinde infaz memurları gelip “Bunlar sizin de düşmanınız, niye bunlara sahip çıkıyorsunuz” demişler. Başvurularla belli sorunları çözülmüş hasta mahpusların kazandığı haklar OHAL sürecinde sıfırlanmış. Düzenli tedaviye ihtiyacı olanlar bu süreçte en fazla etkilenenler. Adli mahpusların çok kalabalık koğuşlarda tutulması ciddi bir hijyen sorununu işaret ediyor. Şu an cezaevlerine girebilen “sivil” kurumlar sadece Cezaevi İzleme Kurulları ve İl İnsan Hakları Kurulları. Bir hasta mahpus altı ay önce gelen aynı heyetin tavırlarının dahi değiştiğini ifade etmiş. Gayet insani yaklaşan kişilerin 15 Temmuz’dan sonra ayakta ifade vermeye zorladığını, neredeyse askeri nizam dayattığını ve çok sert tavırlar gösterdiklerini aktarmış.

 

 

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr