Avrupa’da bazı bölgeler ve mekanlar insana geçmişte yaşanmış dehşeti, acımasızlığı, gaddarlığı anımsatırlar: İnsanları toza dönüştüren fabrikalardır bunlar. Bu mekanlar günümüzde abide sitelere dönüştürülmüşlerdir ve her yıl dünyanın her köşesinden gelen binlerce turistle dolup taşarlar. Günümüzün turistleri bu mekanları nasıl gezerler, bu mekanlarda nasıl davranırlar ? Bu ayrıca sorulması, tartışılması gereken bir konudur. Bir toplama kampı kolaycana nasıl bir tema parkına dönüşebilir ? Soykırım nasıl turistler için bir cazibe merkezi olabilir ?

19.Selanik Belgesel Festivali’nin Bellek–Tarih bölümünde gösterilen Austerlitz’i yönetmen Sergei Loznitsa, WG Sebald’in 2001 tarihli kitabından uyarladı. Romanda Austerlitz adlı bir karakter İngiltere’de soykırımdan kurtulan bir çocuk sığınmacı olarak büyüdükten sonra Theresienstadt toplama kampıyla ilgili bir Nazi propaganda filmi izlerken filmde annesini tanıdığını düşünür. Kitap, resmi anılardan derlenen tarihin donup kalma ve etkisizleştirme evresidir. Austerlitz adı aynı zamanda ünlü toplama kampı Auschwitz’e de bir göndermedir. Gizemli, meydan okuyan, ödünsüz, rahatsız edici siyah–beyaz belgeselini Loznitsa diyalogsuz, sabit kamerayla, plan Sekanslarla gerçekleştirmiş. Münih ve Berlin gibi büyük kentlere yakın Dachau ve Sachsenhausen kamplarında çok ziyaretçinin geldiği yerlerde çekim yapan belgeselci izleyiciye adeta bir insanlık dersi veriyor.

Soykırım turistleri akın akın kamplara geliyorlar. Çevrelerine bakınıyorlar, birbirleriyle konuşup şakalaşıyorlar, çiklet çiğniyorlar, selfie çekiyorlar, sesli rehberlerden soykırımı dinliyorlar. Son derece özensiz sıradan giysilerle kampları geziyorlar. Etrafta onları uyaracak herhangi bir yazı da yok. Tişörtlerinde “Cool Story Bro”, “Fucking Fuck Happens”, “Jurrasic Park”, “Life Was More Relaxed When Apples and Blackberries Were Just Fruit”, “No Hustle No Progress” yazıları var. Sanki Eiffel Kulesi’ni ya da Disneyland’i geziyorlar. Tarihi açıdan çok önemli olan bu mekanlar soykırım turizminin turistleri tarafından sömürülüyorlar adeta. Loznitsa şu soruyu soruyor: Kampları gezerken nasıl davranmalı, nasıl giyinmeli. Bize asıl aktiviteyi gösteriyor: Bakmak. Herkes bakıyor, bakıyor, bakıyor. Neye bakıyorlar ? Binalara, duvarlara, avlulara, odalara, fırınlara, çitlere, bölmelere bakıyorlar. Kurbanlar orada değiller. Savaş suçluları orada değiller. Geçmiş orada değil. Geride kalan sadece toz. Bu mekanları ziyaret etmek elbette anlamsız değil, yanlış değil. İnsan merakının bir parçası. Merak etmek unutmaktan, aldırmazlıktan, kayıtsızlıktan çok daha iyi.

Loznitsa, Austerlitz’de Nazi toplama kamplarının günümüzde neye dönüştüğünü, kurtulanlar ve tarihçilerin gözünden değil kampları gezen turistlerin gözünden yetkin, etkileyici bir anlatımla irdeliyor. Belgeseli izlerken insanların 21. yüzyılda ne denli duyarsızlaştıklarını, kayıtsız, ilgisiz kaldıklarını görüyorsunuz. Fırınların önünde sadece bir adam başından hasır şapkasını çıkarmayı akıl ediyor. Fırınların önünde resim çektiren turistler bile var.

“Bu kamplara 40 yıl önce gelenlerin nedeni şimdiki kitleden farklıydı. Şimdi, halk hatırlamıyor ve zaman zaman nerede olduklarını, mekanların neyle ilgili olduklarını anlamadıklarını bile düşünüyorum” diyor Loznitsa. Buchenwald toplama kampına 2. Dünya Savaşı’nda Ukrayna’daki toplu katliamı anlatmak için (Babi Yar) giden yönetmen “Krematoryumları gezerken ben de kendimi bir turist gibi duyumsadım. Burada nasıl böyle dururum ? diye düşündüm. Bir Kafka öyküsü gibiydi. Bu mekanda olmamalıyım. Belleği nasıl saklamalıyız, böylesine bir olayı paylaşmak mümkün mü ?” diyor.

Geçmişin ağırlığı, yükü Austerlitz’te derinden hissediliyor. Toplama kamplarının Loznitsa’nın yaşamında özel bir tınısı var. “Akrabalarımın yazgısından haberim yok. 2. Dünya Savaşı’nda bazıları yok oldular. Turistler kampları başka dünyadan gelmiş gibi geziyorlar. Çok ilginç. Tüketici gibiler. Soykırım turizminde dehşet küçük parçalar halinde satılıyor. Dışarıdan bakmakla, izlemekle, gözlemlemekle kalıyorsunuz” diyen Loznitsa’nın Austerlitz’ini izlerken aklıma Alain Resnais’nin Nuit et Brouillard’ı (Gece ve Sis/ 1955), Liliana Cavani’nin The Night Porter’ı (Gece Bekçisi/ 1974), Steven Spielberg’in Schindler’s List’i (Schindler’in Listesi/1993), Laszlo Nemes’in Son of Saul’u (Saul’un
Oğlu/ 2015) geldi.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr