“Mümkün Olmayan Müze” kitabı müzeciliğin farklı tarihsel dönem ve coğrafyalardaki izini sürüp farklı türlerini kıyaslıyor. Müzelerin ne gösterdiğini irdelerken, temsil ettikleri, donattıkları bilgi ve iktidar rejimlerini de sorguluyor. Hem kültür sanat izleyicileri, hem sektör temsilcileri hem de akademi ve sanat tarihi öğrencileri için kuşkusuz değerli bir kaynak olan kitap üzerine yazarı Ali Artun’la konuştuk.

-Kitapta müzelerin şirketleştirildiğini, işletmeleştirildiğini söylüyorsunuz...

Avrupa’da da yeni yeni şirket müzeleri açılıyor. En gözde olanları da, işleri “lüks” pazarlamak olan moda markalarına ait. Örneğin, bugün Venedik’in ve Floransa’nın en muhteşem birkaç tarihi sarayı Gucci müzesi. Gucci’nin sahibi olan Pinanult’nun şirketi, aynı zamanda Yves Saint Laurent gibi başka birtakım lüks moda markalarının da patronu. Asıl vahim olanı, sanat müzayedeciliğinin küresel tekellerinden Christies’in de en büyük hissedarı. Başka bir küresel lüks markası olan Louis Vuitton’un da Paris’te bir müzesi var. Şimdi ikincisine girişiyor.

‘Dubai Rönesansı’

-Peki bu durum ne gibi sonuçlar doğuruyor?

Bu müzelerde sanat, şirketlerin medyası haline geliyor. Onların kurumsal iletişim ve kurumsal yönetim örgütlerine kaynıyor. Lüksle, modayla, tasarımla özdeşleşiyor. Müzeleşmenin “altın çağı” sayılan 19. yüzyılda kurulan ve servetleri kamuya, halka ait olan büyük kamusal müzelerde olduğu gibi, artık uygarlığın evrenselliğini, bireysel dehayı, yurttaşlığı, ulusallığı, insanoğlunun kendi kaderi üzerindeki iktidarını, sanatın özgür ve özerk doğasını göstermiyor. Zaten buradaki kavramlar bile modernliğin parçalandığı çağdaş zamanlarda eriyip gidiyor. Günümüzde çağdaş sanatın en zengin koleksiyonları Katar Emiri’ne ait. En büyük müzeleri de gene Katar’la birlikte Abu Dabi ve Dubai emirlerinin. Dünyanın kültür- sanat başkentlerinin, 16. yüzyıldan başlayarak, sırasıyla Floransa, ondan sonra Paris, daha sonra da New York olduğu varsayılıyor. Şimdi ise Doha ön planda. Bir “Dubai Rönesansı”ndan bahsediliyor. İşte bu şerî monarşiler, güçlerini önemli ölçüde sanatı özelleştirerek sağlıyorlar.

-“Önceden sanat müzelerinde ne görüyorsak o sanattı. Ancak şimdi sanatın ne olduğunu piyasa tarifliyor.” Böyle diyorsunuz... Neden? Bu garabetten nasıl kurtuluruz?

Sanat piyasası 16. yüzyılda Hollanda’da kurulmaya başlıyor ve 20. yüzyılda Paris’te olgunlaşıyor. Piyasanın gelişmesinin sanat üzerinde birbirine karşıt olan etkileri var. Bir yandan sanatı, öteden beri bağlı olduğu kilisenin ve sarayın himayesinden kurtararak özerkleştiriyor. Ama öte yandan da paranın dolaşım ilişkilerine, pazara mahkûm ediyor. 20. yüzyılın avangard estetiği önemli ölçüde sanatın bu mahkumiyetine karşı direnişiyle şekillenir. Deleuze, “sanat direnmektir” diyor. Ve sanat zamanımızda da direnmeyi sürdürüyor. New York Guggenheim Müzesi’nde, Londra Tate Modern Müzesi’nde gün geçmiyor ki BP gibi petrol tekellerinin sponsorluğuna veya Abu Dabi’de müze şantiyelerinde süregelen barbarlığa karşı bir işgal, bir eylem olmasın. Sanat Nietzsche’den beri, Baudelaire’den beri aynı zamanda politik bir ifade, bir eylem.

‘Muhafazakâr kültür politikaları yeni değil’

-Son yıllarda AKP’nin girişimleri neticesinde fazlaca konuşulur oldu, size de sormak isterim: ‘Muhafazakâr sanat’ mümkün mü?

Türkiye’de modern bir güzel sanatlar müzesi kurulmasıyla ilgili girişimler 1882’de Sanayi-i Nefise Mektebi’nin, yani Akademi’nin kurulmasıyla birlikte başlıyor. Akademi’de sergilenen koleksiyonun 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi’ne yerleşmesiyle birlikte İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi kuruluyor. Ne var ki bu müze, bir sembolik temsiliyet krizi, yani neyi gösterdiğine ilişkin bir kriz dolayısıyla açık olduğundan daha uzun süreler kapalı kalıyor. “Mümkün Olmayan Müze” kitabında bunu inceliyorum. Kısacası bu müzenin kapalı kalmasında zaten muhafazakâr kültür politikaları baştan beri etkin. Ama son dönemde bu politikalar şiddetlenince, Dolmabahçe bu Cumhuriyet müzesinden tamamıyla kurtarılıyor ve Veliaht Dairesi’nde yerine bir Osmanlı müzesi açılıyor. Bence bu sanatın muhafazakarlâştırılması konusunda yıllardır resmen açıklanan ve yürürlüğe sokulan politikaları temsil etmesi bakımından gayet sembolik bir örnek. Birkaç yıl önce bir muhafazakâr sanat fuarı da açıldı. Ve ilginçtir, bu işi çağdaş sanat fuarı İstanbul Contemporary’yi yöneten aynı kadro üstlendi. Her ne kadar muhafazakârlık ve çağdaşlık birbirlerine karşıt kavramlar olsalar da, modernlik sonrasını temsil eden anlamıyla çağdaşlık ve muhafazakârlık hiç de öyle görünmüyorlar. 

'Müzeler piyasaya rehber oluyor'

- İstanbul Teknik Üniversitesi'nde 'Sanat ve İktidar' dersi veriyorsunuz. Bütün bir dersi tek cevapta özetlemenizi istemeyeceğim tabii ama 'sanat ve iktidar' arasında nasıl bir ilişki olduğuna bir kısa girizgah yapmanız mümkün mü?

Ders, sanatın özerkleşme tarihi üzerine. 19. yüzyıl başında, Kant'a ve romatiklerin estetik felsefelerine değinerek başlıyor, Baudelaire'le birlikte modernizmin doğuşuna geçiyor. Daha sonra da avangardın çıkışına. İkinci sömestirde ise, modernizmin ve avangardın çözüldüğü günümüzde çağdaş sanatın nasıl örgütlendiği irdeleniyor. Sanatın finansla ve iletişimle eklemlendiği ortamlar ele alınıyor. Tabii bütün bunları sanat-iktidar ilşikilerini incelemeden aydınlatmak mümkün değil.
- Kitapta şair Valéry'nin müzelerin sanatın hayatını elinden alarak, onu görüntülerinde öldürdüğünü yazdığını hatırlatıyorsunuz. Peki kitapta sizin de bahsettiğiniz üzere Cité'nin girişine de Valéry'den alıntılanarak yazıldığı gibi müzeler "bir mezar mıdır, yoksa bir hazine mi?
"Müzeleri yakalım, yıkalım" edebiyatı Cezanne'la başlıyor, Maleviç'le, Picasso'yla sürüp gidiyor. Bütün avangard hareketler müzelere karşı. Çünkü onların gözünde müze sanatı hayattan yalıtıyor. Hayatla olan bağlarını cansızlaştırıyor. Avangardın sanat tarihinde yıkmak istediği ne varsa onu kurumsallaştırıyor. Yönetimle ve iktidar ilişkileriyle eklemliyor. Güzel olanın normunu ve kanonunu kuruyor. Piyasaya rehber oluyor...

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr