Gazetemiz köşe yazarı ve akademisyen Özgür Mumcu ile okurla yeni buluşan kitabı Barış Makinesi’ni konuştuk. Mumcu’ya göre kitap, Türkiye’ye benziyor ve ütopyayla distopya arası bir yeri anlatıyor. Mumcu, ilk romanı olan Barış Makinesi’nde tekerlemelerden, fantastik unsurlardan yararlanarak barışı arıyor ve ‘Savaşın yok edilmesi için bir makine icat edilebilir mi’ sorusunu karakterler aracılığıyla okura soruyor    Özgür Mumcu: Ütopyayla distopya arasında bir yerdeyiz   -“Barış Makinesi” bir kitap adı olarak duyulduğunda ilk olarak kişide bir distopya okuyacağı hissi uyandırıyor. Ancak kitap, bilinen birçok distopyada olduğunu gibi geleceğe değil de geçmişe uzanıyor. Kitap, barış kavramını geçmişle bugün arasında mı arıyor?   -Hikâye Birinci Dünya Savaşı’nın biraz evvelinde geçiyor. Yani savaşın yavaş yavaş geldiğini insanların anladığı bir dönem. Bu sebeple, barıştan bahsetmek uygun geldi. Savaşa mı gidiyoruz, barış nasıl olur diye tartışılan bir dönem olduğundan günümüzle bir benzerlik kurmak mümkün. Genel olarak sistemden bir rahatsızlık var, yanı sıra sistem dışı akımlar güç kazanmaya başlıyor. Benzer bir huzursuzluk ve karmaşa dönemi aslında. Bu yönleriyle bugüne benzeyen tarafları olsa da özel olarak bugüne yönelik bir şey anlatmak için o dönemi sembolleştirmedim.   -Kitap içinde tekerlemeler, mitler, dini ögeler ve dogmalara ilişkin bilgiler barındırıyor. Nasıl hazırlandınız, kavramların bütünlüğü için ayrıca bir ön çalışma yaptınız mı?    -Hem ön hazırlık yaptım hem de hikâyeye hızlılık verebilecek bazı kavramları araştırdım. Anlatılan zamanın atmosferini verebilmek için o dönemde çıkan yayınları okuyup ve dönemin tartışmalarını inceleyip hikâyeye yerleştirmeye çalıştım. Tekerlemeler, bazı masallar var işin içinde, ama bazı tarihi bilgiler de var. Önemli bir kısmı da tarihte gerçekten yaşanmış şeyler. Tüm bunları kendi kurgumla harmanlamaya çalıştım aslında.   -Kitaptaki ana karakterlerden biri olan Celal, roman boyunca tekerlemelere başvuruyor ve hatta hikâyeyi tekerlemelerle yürütüyor. Tekerlemenin bu kadar yoğun işlenmenizin nedeni nedir?   -Karakter birdenbire büyüyor, yani bir zaman atlaması var. Dolayısıyla çocukluk ve yetişkinlik arasındaki keskin farkı verebilmek için tekerleme kullandım. Bir yoldaydı, o yüzden tekerlemenin ‘teker’ kökünü kullandım. Bir tekere binmiş de ilerliyormuş gibi. Aslında tekerleme kullanma fikrim nasıl ortaya çıktı ben de bilmiyorum. Sanırım bir çocuk düşününce aklıma tekerleme geldi. Yazmaya başlayınca da hoşuma gitti. Daha sonra da o karaktere, büyüdüğünde başı derde girdiği zaman o tekerlemeleri tekrar hatırlattım ve söylettim. Yetim başladığı hayatına daha sonra nispeten daha rahat devam ederken, yeni bir sıkıntıyla karşılaştığında çocukluğuna dönüyor.   -Metnin tümünde düşsel kavramlardan yararlanılmasına karşın cümleler basit ve anlaşılır, kısa ve net. Bu kendiliğinden gelişmiş bir dil mi, yoksa sizin tercihizle oluşturulmuş bir metin yapısı mı?   -Ağdalı cümleler var aslında kitapta, ama onları daha çok bir karakterin üslubu olarak değerlendirdim. Anlatıcıya dönüştüğüm kısımlardaysa onu pek yapmadım. Aslında bu daha kalın bir kitap olacaktı, ama karakterlere yönelik bazı anlattıklarımın ana hikâyeye hizmet etmediğini fark edip kitabı daha derli toplu hâle getirmem gerektiğini düşündüm. O esnada biraz daha sadeleştirdim. Çünkü yazarken anlattığı şey çok hoşuna gidiyor isnanın ve betimlemenin haddinden fazla üzerine gidebiliyor. .   -Barış Makinesi, fantastik unsurları fazlaca barındırması açısından bir animasyon filme uyarlansa sizce nasıl bir iş çıkar ortaya?    -Çizgi roman olabileceğine dair yorumlar aldım okuyanlardan. Sahne betimleyen romanlar, hakikaten edebi olarak tat vermeyebilir insanlara. Senaryonun biraz gelişmişi ya da farklı bir tür hâline getirilmişi gibi oluyor. Onu yapmamak için çok uğraştım ama sinematografik hava da bir yandan çok hoşuma gidiyor. Hem edebi kalitesi olsun hem de insanların gözünde canlanabilsin.    -Barış Makinesi’nin okur sınıflandırmasında bir alt ve üst yaş sınırı var mı? Kaç yaş üstü, bu kitabı başka bir yere koyarak anlayabilir?   -Bence lise çağlarından itibaren okunabilecek bir kitap. Geniş bir yaş grubuna hitap ettiğini tahmin ediyorum, çünkü çok katmanlı okuma yapılabileceğini düşünüyorum. İçerisindeki o tarihi ya da felsefi referansları görüp anlayabilen daha yetkin bir okur da zevk alacaktır; bunları anlayamayacak ya da bilmeyen yaşta olan biri de eğlenerek bir şeyler öğrenebilecek ve bir macerayı izleyebilecektir.   -Barış ve savaş gibi gerçekte dert edindiğimiz ama bir türlü çözümleyemediğimiz kavramları edebiyat aracılığıyla mı çözüyoruz, bu bağlamda ‘edebiyat neyin makinesi’?   -Edebiyatın, genel olarak sanatın, insanı soylulaştıran ve incelten bir yanı olduğunu düşünüyorum.Var olan duygu ve düşünceleri, incelterek kristalleştirmeye yarıyor bana göre. Neticede derdimiz; biz kimiz, niye bu dünyadayız, insan soyu olarak ne yapacağız gibi şeyler. Belki de bunlar, cevabını asla bulamayacağımız sorular. Ancak bunların üzerine düşünerek ve yazarak daha iyi insanlar olacağımızı düşünüyorum. Yani edebiyat, bir şeyin makinesiyse bunun makinesidir.    ‘Barış kadar güzel bir kavramı kimseye bırakmaya niyetimiz yok’   - Son zamanlarda adı “barış” olan her şey baskı altına alınıyor. Barış isteyen katlediliyor, barışa ses olan hapsediliyor. “Barış” adıyla bir kitap çıkarmak kendinizi baskı altında hissetmenize sebep oldu mu, zira siz de bir akademisyensiniz?   -Barış kadar güzel bir kavramı kimseye bırakmaya niyetimiz yok. Kötü bir kavrammış gibi, sakınılması gereken bir kavrammış gibi değerlendirirsek zaten geçmiş olsun. Şu anda barış, sadece Kürt meselesiyle ilintili bir şey olarak algılanmaya başlandı. Oysa neticede, çok şeyi kapsaya geniş bir kavram. Herhangi bir çekincem, kaygım olmadı. Kitap çıktıktan sonra bu tip yorumlar duymaya başladım; bu da aslında toplum olarak çok iyi bir dönemden geçmediğimizi gösteriyor. Başka bir dilde, başka bir ülkede bu adla bir kitap yazılsa kimsesinin aklına böyle bir soru  gelmez örneğin. Bu, bizim koşullarımızın şu an tuhaflığından kaynaklanıyor.   -Bunca konuşulana “Barış Makinesi” nasıl bir katkı sağlar ya da kitabın barışa katkı sunmak gibi bir amacı var mı?   -Bu öğretici bir kitap değil. Kitabı sadece barış fikri ve insanlığın hali üzerine düşünmek için bir vasıta olarak kullanmak istedim. Barış nedir, ona nasıl varılır, kısa yoldan varılabilir mi, yoksa toplumun evrimiyle mi varılmalıdır gibi hepimizin kafasında olan kavramları tartışmak için bir vesile olarak gördüm. Okuru bir tartışmaya davet edip ‘Siz ne düşünüyorsunuz’ diye sormaya çalıştım. Kitabın insanlığın iyi ve kötü tarafına yönelik hüküm veren bir tarafı da yok.   -Sahiden bir ‘Barış Makinesi’ icat etmek mümkün mü sizce?   -O konuda net bir karar veremediğim için hikâyedeki karakterler de o konuda bölünmüş durumdalar. Makineyi yapalım mı, yapmayalım mı arasında gidip geliyorlar. Bir kısmı ‘Yapalım’ derken, bir kısmı ‘Yaparsak irademiz kısıtlanmış olur’ diyor. Bir yandan da belki makine sayesinde bütün toplu katliamları engelleyebilirsiniz, bir sürü insan hayatta kalabilir. Bu, biraz da toplum mühendisliğine ihtiyaç var mı yoksa toplum kendi kendine mi evrilmeli tartışması aslında.   -Böyle bir makine olsa buna ihtiyacı olan ilk coğrafya hangisi olurdu?   -İki bölge var aslında; Saharaaltı Afrika ile Ortadoğu. En çok ihtiyacı olan iki bölge bunlar olmasına karşın, bu sadece bir pansuman olurdu. Asıl böyle bir makineye ihtiyacı olan, büyük çıkarları temsil eden ve dünyadaki savaşlara yön veren gelişmiş Batı ülkeleri. Bu savaş dediğimiz şey, sonuçta eskiden beri çıkarlar sebebiyle çıkıyor. En güçlü olanın çıkarı da savaşta daha belirleyici oluyor. Yani Batı coğrafyasında barış makinesi çalışsaydı, iş kökünden çözülebilirdi.    Tedirgin bir umut   -Köşe yazarlığınız ve akademisyenliğiniz, kitabı yazarken işinizi kolaylaştırdı mı?    -Çoklu okuma dediğimiz farklı farklı alanlarda okuma yapmanın elbetteki bir faydası oluyor, bu akademik disiplinin getirdiği bir alışkanlık. Ancak köşe yazarlığı, sürekli yazma faaliyeti olduğu için ona güvenip hızlı ve kolay yazıyorum deseydim kitap çok daha çabuk biterdi. Ama gerçekten titiz bir şekilde yazılmasına özen gösterdiğim böyle bir kitap olmazdı. Benim bir okur olarak en çok sıkıldığım şey, vakit kaybı gibi görülen kitaplardır. Biri okuduğu zaman vaktini kaybetmiş olsun istemedim.Yanı sıra malumatfuruşluk yaparak öğretici bilgiler de vermekten kaçındım, bilgiyi metnin içine yedirmeye çalıştım.    -Edebiyat eleştirmenlerinin roman yazmanıza yönelik önyargıları olabileceğini düşündünüz mü hiç?    -Birçok insan tarafından bilinmemin romanın tanıtımına faydası olacağı ve kitabın daha çok eleştirileceği kesindi. “Bir de roman mı yazdı bu adam, acaba bilinirliğini kullanmaya mı çalışıyor, heves etmiş, tanıdık bir yer bulmuş bastırmış kitabı” gibi antipatiler yaratabilirdi. Bir başkası için bende de olabilirdi. Ancak ben yazdığımın öyle bir şey olmadığını biliyorum, o yüzden okunursa öyle bir kitap olmadığı anlaşılacaktır. Gazete yazıları yazan birinin ‘Dur bir de roman yazayım da aradan çıksın’ diye yazdığı bir kitap değil.    - Sonuç olarak bu kitap, okuması bittiğinde okura kaygı mı veriyor ya da bir makine düşlenmesine yol açarak umut mu vadediyor?   - Umut duygusu çoğunlukta olmakla beraber kitabın sonunda tedirgin hissetmek de olağan.Çünkü insanlık, bana hem umut veriyor hem de beni tedirgin ediyor. Bu nedenle, ikisini beraber vermeye çalıştım. Ütopya da değil, distopya da değil bu kitap. Yaşadığımız yer de öyle bir yer galiba, ütopyayla distopya arasında bir yerdeyiz. O karışık hissi vermeye çalıştım. Kitap Türkiye’ye benziyor, daha çok arafta. Sonunu da kolaycılıktan belirsiz bırakmadım hakikaten tedirgin bir umudu vermekti amacım.

 

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr