Doğal ki, mevsim içinde konserlerin izlenimlerini uzun yazılarla anlatıyoruz. Oysa festivalin yoğunluğunda, birkaç etkinliği birden tek bir yazının hacmi içine sığdırmaya çalışıyoruz. İstanbul Festivali’nde geçen hafta izlediğim üç konserin her birisi uzun yazıları hak etse de, onlara aynı çerçeve içinde değinmek zorundayım.

Bariton Matthias Goerne ve Eben Quartet dinletisi festivalde bu yıl izlediğim en etkileyici konserdi. Kadıköy Süreyya Operası’nın sıcak atmosferinde, kendini müziğine adamış sanatçıların doruğa tırmanışıydı. Titizlikle düzenlenmiş program iç tutarlılık taşıyordu: Mozart’ın ve Beethoven’in olgunluk dönemine yaklaşırken besteledikleri kuvartetlerle başladı; kontrbasçı Laurene Durantel’in de katıldığı ikinci yarıda Goerne’nin Schubert liedleriyle devam etti. Liedlerin kendi içindeki ortak payda, ölüm temasıydı. Eben Quartet’nin tek nefes halindeki icrası bir yana, Matthias Goerne’nin dinleyiciyi kavrayıp, eserin derinine götüren o müthiş yorumu uzun zaman kulaklarımızdan silinmedi.

Fazıl Say da çok güzel bir resital programı hazırlamıştı: Debussy’nin Prelüdlerini ve Chopin Noktürnlerini, Erkin’in Prelüdleri ve Saygun’un Sonatin’i ile sarmaladı. Kendine özgü dramatik anlatımıyla her yaştan insana, geniş kitleye seslenen sanatçı, yine salonun uzun alkışlarını kazandı.

İlk kez Philip Glass’ın 11. Senfonisi...

Philip Glass’ın (d.1937) adını 1970’lerden beri izliyoruz. Nice opera, senfoni, oda müziği yapıtının yanı sıra pek çok ünlü filmin de jeneriğinde imzası var. Bu Amerikalı bestecinin minimalist teknikteki yapıtları, özellikle operaları, bir başka ilgiyle izlenmekte: Einstein Kumsalda (1976); Satyagraha (1981); Akhnaten (1984) gibi operalarında oyuncuların sahnede hareketsiz tablolar oluşturmasında görsel sanatların öğelerini kullanarak, müziksel renklerin etkinliğini öne çıkarmıştı. Uzakdoğu ve Asya normlarını Batı müziğine taşıyan bu operalar, hipnotize edici bir etki yarattılar. Glass, Amerika’da, Reich, Riley ve Adams’ın da dahil olduğu “müzikte minimalist akım”ın bestecileri oldular. Minimal devinimle, diyatonik çizgide, yinelenerek çok yavaş ilerleyen müzik, önceki kuşakların terk ettiği işlevsel armoniyi ve geleneksel tonalite yapısını kendi söyleminde yeniden canlandırdı. Glass’a dünyanın en ünlü konser ve opera merkezlerinden sürekli eser ısmarlanmakta. Walt Disney’i konu alan “Perfect American” adlı 25. operasıyla birlikte koro ve orkestra, org, akustik ve elektronik çalgıların birleşimi olan yapıtları, onun verimliliğinin göstergesi.

İKSV 45. yılında “Ömür boyu Başarı Ödülü”ne değer bulduğu Glass’a 11. Senfonisi’ni ısmarlayanlar arasına girdi. Böylece geçen hafta Aya İrini’de, bu eserin Türkiye’de ilk kez çalınışına tanık olduk. Sascha Goetzel yönetimindeki BİFO’nun seslendirdiği yapıt, salonu tıka basa dolduran dinleyiciler tarafından büyük ilgi gördü. Kimine göre tekrarlar sıkıcı, kimine göre ipnotize edici geldi. Besteci ise onca yıldır yaratmak istediği ivmeyi yakalamıştı. Orkestra olanca çabasıyla eseri gün yüzüne çıkarttı. Ardından bestecinin keman ve çello için İkili Konçertosunu da Mari ve Hakon Samuelson adlı kardeşlerin harika solistliğine başarıyla eşlik etti.

Konser öncesi Aykut Köksal, “Modernizm”i kucaklayan konuşmasında Glass’ı daha iyi değerlendirmemiz için değerli ipuçları sundu.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr