İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesinin ortak düzenlediği “Kuzey Afrika, Türkiye ve İran’da Süreklilik ve Değişim Sempozyumu”na Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay, Dışişleri Bakanlığı Güney Asya Genel Müdürü Büyükelçi Fazlı Çorman, İRAM Başkanı Ahmet Uysal ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Metin Doğan katıldı. Sempozyumun açılış konuşmasını yapan Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Türkiye, İran, Kuzey Afrika ve diğer ülke toplumları ile birlikte başka ülkelerin, toplumların dolayımında değil kendi direkt kanalları üzerinden konuşmayı öğrenmek gerektiğini belirterek, “Birbirimizi dolaysız, aracısız bir şekilde tanımayı, anlamayı, bilmeyi, iş birliği yapmayı öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü bizim coğrafyamızda tarihimizin bir neticesi olarak çok uzun bir süredir kendimize başkalarının aynasından bakmaya çalıştık. Başkalarının aynasında kendimize bakarken aslında ne başkası olabildik ne de kendimiz olabildik. Bu ikilemi biz bu coğrafyada yaşamaya hala devam ediyoruz. Başkalarının aynasında, başkalarının tecrübeleri, başkalarının dilleri üzerinden kendimizi, coğrafyamızı, tarihimizi, medeniyetimizi anlamaya çalıştığımız oranda da aslında kendimize yabancılaşıyoruz, birbirimize yabancılaşıyoruz. Dolayısıyla burada bütün kanalların mutlaka açılması ve birbirimizle konuşabilecek imkanların oluşturulması gerekiyor. Konferansın başlığını da ayrıca önemsediğimi ifade etmek istiyorum. Çünkü süreklilik ve değişim hem insan hayatının hem toplumsal hayatın vazgeçilmez unsurlarından birisi. Kavramlarla ilgili zaman zaman zihnimizde çok büyük karışıklıkların, hataların, istifhamların olduğunu görebiliyoruz. Öncelikle süreklilik, statiklik, donukluk demek değildir. İkinci olarak değişim köksüzleşme, bir merkeze ait olmama, kendini kaybetme, kaos da değildir. Bu iki kavramı doğru bir şekilde çerçeveye oturtmamız halinde hem bireysel hem toplumsal değişimi süreklilik içerisinde kalarak anlamlandırmak daha mümkün hale gelecektir” ifadelerini kullandı.

“Bugün hem siyasi hem de sosyokültürel manada bir parçalanma döneminden geçiyoruz”
“Türkiye, İran, Kuzey Afrika, İslam coğrafyasının bütününe baktığımız zaman süreklilik ve değişimi ele alırken bir tarafta kendi geleneğimizle ve medeniyetimizle olan köklerimizi, bağlarımızı doğru kullanmamız gerekiyor” diyen Kalın, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bunu yaparken köklere bağlı, bir merkeze sahip olurken aynı zamanda dünyaya açık ufuk perspektifinden de bakabilmemiz gerekiyor. Ne süreklilik adına kendimizi dünyaya kapatmalıyız ne değişim adına kendi değerlerimizden, köklerimizden vazgeçmeliyiz. Bu ikisi arasındaki dengeyi kurabildiğimiz oranda bu değişim süreçlerini sağlıklı bir şekilde yönetmemiz imkan dahiline girecektir. Bahsettiğimiz coğrafya, Türkiye, İran, Kuzey Afrika, Körfez Bölgesi, İslam dünyası birçok sorunla karşı karşıya bunda hiç şüphe yok. Bu siyasi sorunları ortaya çıkaran temel meselelerin başında da bizim bugün hem siyasi hem de sosyokültürel manada bir parçalanma döneminden geçiyor olmamız geliyor. Daha da önemlisi aslında toplumsal tasavvurumuzda bir parçalanma yaşıyoruz. Klasik İslam medeniyetine baktığımız zaman o İslam medeniyetinin Afrika’dan Güney Avrupa’ya, Horasan’dan Orta Asya’ya, Anadolu’dan Kafkaslara kadar o geniş coğrafyada bu toplumun coğrafi ve kültürel tasavvurunu birleştiren unsurlar, ayrıştıran ve bölen unsurlardan çok daha fazlaydı. Ortak bir referans çatısı içerisinde insanlar birbirleriyle çok daha rahat konuşabilmekteydiler. Yani Tunus’ta medreseye giden bir alim, yahut Endülüs’te matematik okuyan bir bilim adamı, yahut Bağdat’ta, Basra’da, İstanbul’da, Semerkant’ta akademik bir çalışma yapan bir düşünür, yahut bir sanatçı, yahut bir şair aslında aynı medeniyet tasavvurunun aynı atıf çerçevesinin içinde hareket edebilmekteydi. O yüzden ister dini ilimlerde, ister felsefi ilimlerde olsun baktığınız zaman Fas’tan Endenozya’ya, Malezya’dan Orta Afrika’ya kadar Müslüman alimler bir araya geldikleri zaman aynı toplumsal tasavvur içerisinde düşünebilmekte, birbirleriyle ilişki kurabilmekte, alışveriş yapabilmekteydiler. Bugün bu ortak tasavvuru büyük oranda kaybetmiş durumdayız.”

“Suriye meselesi son 3 yılda küresel siyaseti tıkayan, zehirleyen, istikrarı ve dengesini bozan bir nitelik kazanmış bulunmaktadır”
Ortak coğrafya ve kültürel tasavvurun büyük oranda parçalanmış olduğuna vurgu yapan Kalın, “Bunu aşmak için bizim mutlaka yeni coğrafi tasavvur inşa etmemiz gerekiyor. Dünyayla ilişkilerimizi kurarken bir taraftan kendi köklerimizin farkında olarak ama öbür tarafta da dünyaya bir açık ufuk perspektifinden bakarak yönelmemiz, kuşatmamız gerekiyor. Bugün coğrafyamızda siyasi anlamda çok önemli sınamalarla, meydan okumalarla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Güvenlik başta olmak üzere ekonomik kalkınma, iç savaşlar, mezhep çatışmaları, aşırıcılık ve şiddete varan aşırıcılık gibi, terörizm gibi birçok sorunla karşı karşıya bulunuyoruz ve bu sorunlar sadece bir ülkenin meselesi değil, sadece Türkiye’nin meselesi değil, İran’ın meselesi değil, Kuzey Afrika ülkelerinin meselesi değil. Bugün aşırıcılık ve terörizm sorunları dünyadaki bütün ülkeleri tehdit eder bir boyuta ulaşmıştır. Dolayısıyla terörle mücadele edeceksek bunu da küresel bir perspektifle, küresel bir iş birliğiyle yapmak durumundayız. Bugün ülkemizin Kuzey Afrika, Orta Doğu ve İran’la çok köklü, tarihi ilişkilerinin olduğunu biliyoruz. Fakat özellikle İran’la ilişkilerimiz noktasında şu hususun altını çizmek isterim; İran bizim önemli bir komşumuzdur, önemli bir ekonomik ortağımızdır. İran’la çok kapsamlı ilişkilerimiz var. Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan beri değişmeyen bir sınırımız var. Bu iki ülkenin kendini bölgeye konumlandırması açısından da aslında güven ve istikrarı öncelediklerini ifade eden önemli bir tarihi gerçek. Fakat bu hiçbir zaman iki devlette bir rekabet ruhunun olmadığı anlamına gelmiyor. Bundan sonra da ekonomik ve siyasi ilişkilerimizin zarar görmemesi, daha da iyileştirilmesi için ortak çalışmalarımız devam edecek. Fakat belli konularda görüş ayrılıklarımızın olduğu da bir gerçek. Özellikle Suriye konusunda zannediyorum hem netice hem de yöntem konusunda bir takım görüş ayrılıklarımız var. Bunları da açık ve samimi bir şekilde konuşabilmemiz gerekiyor. Özellikle Suriye meselesi son 3 yılda sadece Türkiye’yi, İran’ı ya da Irak’ı ya da Suriye halkını ilgilendiren bir mesele olmaktan çıkmış, bütün bölgeyi, hatta küresel siyaseti tıkayan, zehirleyen, istikrarı ve dengesini bozan bir nitelik kazanmış bulunmaktadır” şeklinde konuştu.

“Bütün mesele aslında canavara karşı savaşırken kendimizin bir canavar haline gelmemesi”
Suriye meselesini sadece Suriye ile ya da bölge ülkeleriyle sınırlamanın artık mümkün olmadığını kaydeden Kalın, “Zira Suriye meselesi aynı zamanda bir mülteci meselesidir. Dolayısıyla problem Avrupa’yı, Batı ülkelerini ilgilendirmektedir. Suriye meselesi, bugün İran’da, bütün Körfez ülkeleri arasında bir çatışma konusu haline gelmiştir. Dolayısıyla bütün bölgeyi ilgilendirmektedir. Suriye konusu doğrudan terörle mücadeleyi ilgilendiren bir konu haline gelmiştir. Çünkü bugün DEAŞ terörizmi, en önemli coğrafyalardan, alanlardan bir tanesi Suriye’deki eli kanlı Esed rejiminin varlığını devam ettirmesidir. Suriye meselesi aynı zamanda Uluslar arası hukuk meselesidir. Çünkü kimyasal silahların kullanılması, orada yapılan ihlaller, savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar bütün dünyayı, bütün uluslararası hukuku ilgilendiren meseleler haline gelmiştir. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye meselesine dahiliyle beraber mesele çok daha küresel bir boyut kazanmıştır. Suriye konusunda bir çözüme doğru adım atabilmek için bizim elbette İran’la da konuşmamız, Rusya’yla da konuşmamız gerekiyor ama özellikle kendi halkına karşı bu kadar savaş suçu işlemiş, kimyasal silah kullanmış bir rejimin orada varlığı Suriye’nin geleceğini ne istikrara, ne barışa ne de huzura kavuşturamaz. Bu gerçeği görmemiz gerekiyor, bugün Suriye’de DEAŞ terörizmine karşı nasıl mücadele ediyorsak aynı şekilde bu terörizmi besleyen, buradaki insanlık dramının devamına da sebep olan rejimle ilgili de görüşlerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Terörle mücadele konusu, zor bir konudur, modern dönemde karşımıza çıkan çok kritik konulardan bir tanesi. Fakat terörle mücadele ederken de bunu akılla, basiretle, sabırla ve tabii kararlılıkla yapmamız gerekiyor. Bütün mesele aslında canavara karşı savaşırken kendimizin bir canavar haline gelmemesi. Bunu başarabildiğimiz oranda terörle mücadele de daha etkin yöntemleri ortaya koymamız mümkün hale gelecektir” değerlendirmelerinde bulundu.

“Terörü sadece bir şekilde İslam toplumlarında ortaya çıktığını iddia etmek kabul edilebilir bir tez değildir”
Terör denildiğinde dünyanın ilgi odağı olan DEAŞ terörüne yoğunlaşıldığını gördüklerini söyleyen Kalın, “Bunu anlayışla karşılıyoruz ve bu terör örgütlerine karşı mutlaka kararlı bir mücadelenin verilmesi gerekiyor. Fakat terörü sadece İslam ülkelerinde yaşanan bir sorun olarak takdim etmeye çalışmak günümüzün Avrupa merkezci, Batı merkezci tek yönlü bakış açısının tezahürlerinden birisidir. Bugün Amerika’da, Avrupa toplumlarında yerel şiddet olarak geçen ve aslında bildiğimiz düpedüz terörizm olan şiddet olaylarını görmezlikten gelmek ve terörün sadece bir şekilde İslam toplumlarında ortaya çıktığını, Orta Doğu ülkelerinin terörü beslediğini iddia etmek kabul edilebilir bir tez değildir. İslamın adını kullanarak ve Müslüman ümmetin tamamını karşısına alarak terör eylemi yapanların, eylemlerini ‘Radikal İslam, İslami terörizm’ gibi isimlerle adlandırıldığını görüyoruz. Bu çok sinsi bir küresel oyundur. Bu isimlendirmeyi kendisi dahil aslında bilinçaltına İslam toplumlarının şiddete mütenahi toplumlar, kültürler olduğu inancını yerleştirmeye yönelik çok sinsi bir oyundur. Buna karşı hepimizin teyakkuz içinde olması gerekiyor ve bu kavramları reddetmesi gerekir. Terör, şiddet her toplumda karşımıza çıkabilecek olaylardır. Söz konusu İslam toplumları olduğunda hemen bir takım analizlerin yapılarak bunun özünün İslam kültüründe, inancında olduğuna dair iddiaların ortaya atıldığını görüyoruz. Bunu açık ve net bir şekilde reddediyoruz. Terör meselesini sadece DEAŞ, El-Kaide gibi terör örgütleriyle sınırlamak da büyük bir yanılsamadır. Bugün PKK gibi onun Suriye kolu olan PYD/YPG gibi, DHKP-C gibi FETÖ gibi terör örgütleri de bir gerçektir ve Türkiye aynı anda bu terör örgütlerine karşı mücadele etmektedir. Dolayısıyla özellikle Batılı toplumların çifte standartlı yaklaşımlarını sorgulamamız gerekiyor. Yani Batılı toplumlara saldırmadığı zaman terör örgütleri adeta terör örgütü bile kabul edilmiyor. PKK, Türkiye’ye saldırdığı için, PYD/YPG, Suriye’ye onun üzerinden Türkiye’ye saldırdığı için çok önemsenen bir terör örgütü haline gelmeyebiliyor. Terörle mücadelede çifte standart uyguladığınız zaman netice almanız elbette mümkün değildir” diye konuştu.

“Ulus-devlet çıkarlarını öne çıkararak mezhep kimliği etrafında yürütülen çatışmalara da artık son vermemiz gerekiyor”
Mezhep meselesinin de günümüzün önemli sorunlarından birisi olduğuna değinen Kalın, “İslam tarih sahnesine çıktığı andan itibaren çoğulculuğu kendi bünyesinde barındırmış bir gelenektir. Bu zaman zaman kültürel çoğulculuk olarak karşımıza çıkmış zaman zaman mezheplerin çoğulculuğu olarak karşımıza çıkmıştır. Bizim yapmamız gereken bu farklılığı bizi zenginleştiren, bizi daha iyi kılan birer fırsata çevirebilmektir. Şii ve Sünni Müslümanların aynı kitaptan, aynı peygamberden, aynı inançtan beslendiklerini yeniden hatırlamaları gerekiyor ve ben kendi özümde Şii ve Sünni Müslümanların çatışmak zorunda olmadığına inanıyorum ve bunu biliyorum. Fakat şu veya bu siyasi gerekçelerle özellikle ulus-devlet çıkarlarını öne çıkararak mezhep kimliği etrafında yürütülen çatışmalara da artık son vermemiz gerekiyor. Özellikle İran’ın burada büyük bir sorumluluğu olduğu kanaatindeyim. Kahir ekseriyeti Şia Müslümanlardan oluşan bir toplum olarak, devlet olarak İran’ın bu konuda sorumluluk içerisinde hareket etmesi, örnek olması, bu çatışmaları minimize etmesi, bu geriliği ortadan kaldıracak adımlar atmasını büyük önemle arz ediyorum. DEAŞ yaklaşık 2,5 yıldır Irak’ın en önemli Sünni şehirlerinden birisi olan Musul’u hala işgal altında tutabiliyorsa bunun sebebi acaba nedir diye oturup düşünmemiz gerekiyor. Maliki döneminde izlenen yanlış politikalar neticesinde orada yaşayan Sünni aşiretler, toplumlar adeta DEAŞ'ın kucağına itildiler. Orada izlenen yanlış mezhepçi politikalar yüzünden aklınıza gelmeyecek unsurlar Musul bağlamında bir araya gelerek bir ittifak oluşturdular. Bugün eğer biz Musul'u DEAŞ'tan kurtaracaksak ki mutlaka kurtarmalıyız. Bununla ilgili bir çalışma da bildiğiniz gibi devam ediyor. Türkiye, orada, Başika kampında eğittiği Musul gönüllüleri olarak bilinen kuvvetler ve Peşmerge güçleriyle bu operasyona zaten destek veriyor ama biz Musul'u, Musulluları kazanacaksak öncelikle onların kalplerini ve zihinlerini kazanmamız gerekiyor. Onların ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeyeceğini hissetmeleri, görmeleri gerekiyor ve bunu diğer bölgelere de yayabiliriz. Burada hepimize büyük bir sorumluluk düşüyor. Mezhepler birer gerçektir. Bunları yadsımamıza gerek yok, imkan da yok ama bu farklılıklarımızla beraber nasıl yaşayacağımıza dair siyasi sorumluluğumuzu, ahlaki sorumluluğumuzu mutlaka kuşanarak hareket etmek durumundayız. Burada sadece siyasi liderlere değil aynı zamanda dini liderlere, ilim, fikir, kanaat önderlerine, ulemaya, fukahaya da çok büyük bir rol düşmektedir" ifadelerini kullandı.

“Suriye krizi başladığında biz hiçbir zaman Suriye Nusayri, Alevi bir aile tarafından yönetiliyor diye bakmadık olaya”
“Türkiye olarak biz bu süreçlerde yapıcı bir rol oynama gayreti içerisinde olduk, bundan sonra da olmaya devam edeceğiz” diyen Kalın, şunları kaydetti:
“Suriye krizi başladığında biz hiçbir zaman Suriye Nusayri, Alevi bir aile tarafından yönetiliyor diye bakmadık olaya, Esed rejimiyle bu olaylardan çok önce, iyi ilişkiler geliştirdiğimizde de orada Kürtlerin haklarının tanınması konusunda çaba sarf ettik. Suriye'nin bu değişimi ve dönüşümü barışçıl, yapıcı bir yoldan yapması için gayret sarf ettik. Bu olmayınca kapılarımızı Suriyeli mültecilere açtığımızda da gelen 3 milyona yakın insana, sen Sünni misin, Alevi misin, Nusayri misin, Şii misin ya da Hristiyan mısın? diye sormadık. Arap mısın, Türkmen misin, Kürt müsün? diye de sormadık. Kobani olayları olduğu zaman bile 3 gün içerisinde yaklaşık 180 bin Kobanili Suriyeliyi Türkiye'ye alan da biziz. Orada bu insanlara hiçbir zaman siz Kürtsünüz Türkiye'ye giremezsiniz denmedi. Kobani'de o dönemde eğer bir katliam yaşanmadıysa, sivil ölümleri olmadıysa izlenen bu açık kapı politikası sayesinde olmuştur. Dolayısıyla biz dünyanın neresinde olursa olsun ister Sünni ister Şii veya kökeni ne olursa olsun bunlara karşı kucaklayıcı bir perspektif içinde olduk. Çünkü biz bu hadiselere hep kesrette vahdet perspektifinden baktık. O çokluk, o çoğulluk içerisinde bir vahdetin, daha derinlerde yatan bir birliğin olduğuna inandık. O kesretten kaosun çıkmayacağını, o vahdetten statikliğin çıkmayacağını bilerek hareket ettik. Bugün de gene bu kesrette vahdet çokluğunda birlik ve bütünlük perspektifiyle sadece kendi coğrafyamız için değil, bütün dünya için söyleyecek bir sözümüzün olduğunu hatırlayarak, daha aydınlık, daha güvenli, daha müreffeh bir geleceği hep birlikte inşa etmek durumundayız."
Kalın’ın konuşmasının ardından AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Aktay'ın moderatörlüğünü yaptığı panel başladı.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr