Anayasa kürsüsü, insan hakları hukukunun yuvası Mülkiye’den, Siyasal Bilgiler Fakültesinden, Bahri Savcı, Muammer Aksoy, 12 Eylül’de ders verirken görevden alınan Mümtaz Soysal ekolünden, 1402 operasyonlarını protesto için görevinden istifa eden, eski Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Fazıl Sağlam, “Anayasa değişikliğinin temel özelliği, yürütme-yasama ve yargıyı, bir siyasi parti önderinin kişisel tercihlerine terk etmektir. Güçlerin yürütmede toplanması, yönetimi demokratik olmaktan çıkarır” diyerek sistemin getireceği çarpıklığı gözler önüne seriyor. Prof. Sağlam’la getirilmek istenen yeni sistemi ve anayasa değişikliğini konuştuk.

-Sadece her gün karşımıza çıkmakta olan yeni kararnamelerle değil, İktidarları icraatları, medya dayatmalarıyla muhalefetin susturulduğu, sözcüğün tam anlamıyla referandum için “evet” demenin dayatıldığı bir ortamda, ülkemiz için bu kadar ağır çatışmalar ortamında, “Neden bu acele?

Prof. Sağlam - “Türkiye uzunca bir süredir giderek koyulaşan bir anayasızlaştırma ve hukuksuzlaştırma sürecine girdi. Bu süreç adeta bir asli kurucu iktidar gibi hareket eden siyasal iktidarın fiilen uygulamaya koyduğu ve hiç gizlemediği bir süreçti. Ama bunu daha fazla uzatmak, meşruiyet sorununu büsbütün derinleştirebilirdi. Üstelik dış politikada ve iktisadi alanda da sorunlar derinleşmekteydi. Bu nedenle birkaç yıldır uygulana gelen fiili durumun bir şekilde meşrulaştırılması gerekiyordu. Anayasa değişikliğindeki bu ısrar ve ivedilik, bunu sağlama amacına yöneliktir. Ama özledikleri meşruiyet bununla sağlanabilir mi? En azından kuşkuludur. Çünkü anayasalar ancak temeldeki uzlaşmanın yaygınlığı ölçüsünde kalıcı olabilir ve aynı ölçüde de “meşruiyet kuşkusuna” bir deva olabilir. Uzlaşma aramayan dayatmalar ise yeni ve daha vahim sorunlara yol açabilir.”

-Anayasa değişikliği içeriği tartışmalarına hangi ilkelerden başlayabiliriz?

Bence Türkiye’de ‘başkanlık’ adı altında yürütülen tartışmalardan bağımsız olarak, belki de tüm anayasa hukuku kitaplarında yer alan iki ana gözlemden başlamak gerekir. Öncelikle yargının diğer güçlerden ayrılması, yargı işlevinin doğasından kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü diğer güçlerden bağımsızlığı sağlanamamış bir yargı, zaten ayrı bir devlet işlevi olarak değerlendirilemez. Bir çeşit memurluktan ibaret kalır. Güçlerin yürütmede toplanması, demokrasi ile, hiçbir biçimi ile bağdaşmaz. İşte, referanduma sunulacak anayasa değişikliğinin özü de bu iki cümleden ibarettir. Yasama ve yürütme güçleri aynı elde toplanmıştır. Yargı ise yoğunlaşmış bu güce bağımlı duruma getirilmiş, hak ve özgürlükleri koruyucu bir gücü ve etkisi kalmamıştır. İşin özeti budur. Kemal Gözler’in yeni makalesinin başlığı da aynı gerçeğin bir başka açıdan dile getirilmesidir: “Elveda Kuvvetler Ayrılığı - Elveda Anayasa’. 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin ünlü 16. maddesinde de aynı gerçeğin veciz bir ifadesini görüyoruz: Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa yoktur.” İşte yeni anayasa değişikliği ile böyle bir tanımın kapsamı içine girmeye başlıyoruz.

-‘İki başlı yönetim olur mu?’ söylemlerinden geçilmiyor. Parlamenter sistemde iki başlılık ne anlama gelir?

“İki başlılık”, anayasa hukuku öğretisinin parlamenter sistemlerde yürütme organının özelliğini açıklamak üzere kullandığı teknik bir terim. Bir yanda yürütme işlerinde yetkili olan ve Meclis’e karşı siyaseten sorumluluk taşıyan Bakanlar Kurulu. Diğer yanda yürütme alanında yalnızca sembolik yetkilerle donatılmış tarafsız bir hakem rolündeki Cumhurbaşkanı. Şu halde yetkiler belli, sorumluluklar belli.

Devletin başı sıfatıyla yetkili olduğu alanlar da gösterilmiş. İki başlılık, yetkilerin kraldan parlamentoya geçiş sürecinin doğal bir sonucudur. Tarihsel bir olguyu yansıtıyor. Bu anlamı bilmediklerini sanmıyorum. Ama insan sormadan edemiyor. Acaba padişahın mutlak yetkilerinin ulusu temsil eden bir Meclis’e geçişi mi hazmedilemiyor? Baksanıza anayasa değişikliği ile ülkemizde varlığı 150 yıla yaklaşan bir siyasal sisteme son veriliyor. Bakanlar Kurulu kaldırılıyor. Tüm yürütme yetkileri cumhurbaşkanına veriliyor.

Buna karşılık hükümet Meclis’e sorumlu olmaktan çıkarılmış. Meclis bir bakanı ya da Bakanlar Kurulu’nu gensoru açarak düşüremiyor. Buna karşılık cumhurbaşkanı Meclis’i hiçbir koşula bağlı olmadan dilediği zaman feshedebiliyor. Oysa Abdülhamit’in kabul ettiği Kanunu Esasi’de bile böyle koşulsuz bir yetki yoktu. Kanunu Esasi’ye göre, padişah ancak hükümetiyle Meclis arasında uyuşmazlık çıkması, hükümetin görüşünde direnmesi Meclis’in bunu art arda iki kez reddetmesi halinde Meclis’i feshetme ya da vekilleri değiştirme yoluna gidebiliyordu. Oysa şimdi cumhurbaşkanı salt kendi görev süresini uzatma amacıyla bile fesih hakkını kullanabilecek.

Meclis’in veto yetkisi yok

-Bu nasıl olacak?

Çünkü cumhurbaşkanı ile Meclis’in görev süresi eşzamanlı. Fesih halinde her ikisi için de yeni seçimlere gidilmesi gerekiyor. Böyle bir durumda Cumhurbaşkanı yeni bir görev süresi hakkı kazanmış oluyor. Buna karşılık Meclis’in kendi seçimlerin yenilenmesi bile zorlaştırılmış. Çünkü bu yapılırsa cumhurbaşkanının da görev süresi tamamlanmış sayılacak. Bunu önlemek için Meclis’in, üye tam sayının 3/5 çoğunluğu ile karar vermesi gerekiyor. Kısacası silahlar eşit değil. Öte yandan dengeyi büsbütün bozan bir başka düzenleme daha var. Cumhurbaşkanı artık tarafsız değil, partili. Güçlü konumu nedeniyle partisinin milletvekili adaylarını da o belirliyor; böylece yasama organına da partisi kanalıyla hâkim durumuna getirilmiş oluyor. Yasaları veto yetkisi de cumhurbaşkanını Meclis’e karşı etkili kılan bir başka yetki alanı. Bu vetonun aşılabilmesi için Meclis’in cumhurbaşkanınca veto edilen yasayı, üye tam sayısının salt çoğunluğu ile kabul etmesi gerekiyor.

-Bu anlattıklarınıza göre parlamenter sistem kaldırılmış gibi. Acaba onun yerine başkanlık geliyor mu?

Doğrusu aranırsa, içinde yaşadığımız siyasal gündemde parlamenter sistem zaten fiilen ortadan kalkmış, Sayın Cumhurbaşkanı’nın deyimi ile “bekleme odasına” alınmıştı”. AKP’nin hedefi ise hiçbir zaman anayasa hukuku öğretisinin anladığı anlamda bir başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi olmadı. Sonuçta benzeri olmayan, Sayın Cumhurbaşkanı’nın kişiliğine özgü bir yönetim biçimi anayasallaşmak üzere. Ama bunun Başkanlık sistemi ile hiçbir ilgisi yok. Olması da zaten mümkün değil. Çünkü biz öğrencilerimize Başkanlık sistemini “katı güçler ayrılığı” ilkesine örnek olarak anlatıyoruz. Cumhurbaşkanımız ise güçler ayrılığının adını bile duymak istemiyor. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti ile ABD’nin oluşum süreçleri ve koşulları birbirinden çok farklı. Bir an için ABD’deki modelin Türkiye’ye aktarıldığı varsayılsa bile, parlamenter sistemi neye benzetmişsek başkanlığı da ona benzetiriz.

ABD’de sistem farklı

-Başkanlık sistemi katı bir güçler ayrılığını gerektirir; Cumhurbaşkanımız güçler ayrılığına karşı diyorsunuz. Anayasa değişikliği ile güçlerin cumhurbaşkanında toplanmasını biraz daha açar mısınız?

Yürütme yetkisinin tamamıyla cumhurbaşkanına geçtiğine, yürütmenin yasamaya karşı sorumlu olmaktan çıktığına, Meclis’in etkisizleştirildiğine biraz önce değindik. Meclis artık Kurtuluş Savaşı’nı veren, Cumhuriyeti kuran üstün devlet organı ve devletin merkezi niteliğini kaybediyor. Bunun daha önemli bir boyutu var.

ABD’de de yürütme Başkan’da. Ama gerek Temsilciler Meclisi ve gerekse Senato kendi yetki alanlarında son derece güçlü. Yasama ve yürütmenin birbirini dengeleyecek karşılıklı firen ve denge araçları var. Daha da önemlisi ABD’de yasama yürütme karşısında tam anlamıyla bağımsız bir yargı düzeni var. Halkoyuna sunulacak yeni anayasal düzende ise yargı adeta cumhurbaşkanına eklemlenmiş durumda.

12 Eylül 2010 anayasa değişikliği ile yargı zaten yürütmenin tam etkisine alınmıştı. Bu gerçek yargının eski koalisyon ortağı FETÖ’ye teslim edilişiyle kanıtlanmış oldu. Anayasa Mahkemesi, yeni kararlarından birinde bu teslim edilişi bütün çıplaklığı ile açıklıyor. Şimdi ise HSYK’nin yapısı, yargıyı FETÖ’den temizleme adına daha da siyasallaştırılmakta. Bu alandaki tek olumlu değişiklik “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu” adının kaldırılarak yerine “Hâkimler ve Savcılar Kurulu” adının konulmuş olmasıdır. Çünkü 2010 Anayasa Değişikliği’nden bu yana “Yüksek” sıfatını hak edecek bir “Üst Kurul” zaten kalmamıştı. Halkoyuna sunulacak olan yeni statüsüyle bu da tam anlamıyla doğrulanmış oldu: Kurulun üye sayısı 22’den 13’e indiriliyor. Bunlardan dördünü Cumhurbaşkanı seçecek. Adalet Bakanı ve müsteşarı Kurul’un doğal üyeleri. Adalet Bakanı aynı zamanda Kurul’un başkanı. Yeni sisteme göre her ikisini de cumhurbaşkanı atayacak. Geri kalan yedi üyeyi TBMM’nin seçecek olması, çok da farklı bir durum yaratmıyor.

Çünkü TBMM üyelerinin çoğunluğu partili cumhurbaşkanı ile aynı partiden olacak ve bu partinin milletvekili adaylarını da partili cumhurbaşkanı belirleyecek. Yani kısacası yüksek Mmahkemelerin ve birinci sınıfa ayrılmış yargıçların kendi temsilcilerini seçme hakları artık tarihe karışmış oluyor.

-Peki, ama bu şekilde nasıl bir sisteme ulaşmış oluyoruz? Anayasa değişikliğinin getirdiği sistemi ya da rejimi nasıl niteleyebiliriz?

Zaten kimse artık başkanlıktan söz etmiyor. “Cumhurbaşkanlığı sistemi” gibi yapay bir terim seçilmiş. Gerçek aranıyorsa, anayasa öğretisinin ortak terimleri olan parlamenter, başkanlık ya da yarı başkanlık terimlerini Türkiye’deki güncel gelişmelerle ilgili olarak kullanmaktan vazgeçmek gerekir. Bu terimler günlük tartışmalar içinde yozlaştırılıyor; öz anlamlarını yitiriyor. Böylece, siyasal iktidarca sabırla ve kararlılıkla kurgulanan yeni bir Türkiye düzenini maskelemekten başka bir işe yaramıyor. Türkiye’deki güncel gelişmeleri karşılayacak bir terim aranıyorsa, aslında gerçeğe en uygun olanı “Reislik sistemi” olmalı. İşin içinde bir de kendisine “Başbuğ” denilmesinden hoşlanan biri daha var. Ama o belirleyici değil. Yalnızca destek hizmeti sunduğu için yeni sisteme adını veremez.

Anayasal tarihimize saygısızlık

-Referanduma sunulmak üzere Meclis’ten çıkmış metnin son bir değerlendirmesine geçersek..

Padişahtan koparılan, ama Mustafa Kemal’e bile verilmeyen yetkileri Cumhurbaşkanı’na vermekle, parlamenter tarihimize büyük bir saygısızlık yapıldığı düşüncesindeyim. Halkoyuna sunulacak olan anayasa değişikliği ile belki de demokrasi tarihimizde ilke kez, Bakanlar Kurulu ortadan kaldırılıyor; yürütme organı, Meclis’e karşı siyasal sorumluluk taşımayan cumhurbaşkanına bağlanıyor. Böylece TBMM’nin rejim ve sistem içindeki merkezi konumu sona eriyor. Meclis’e ait yasama yetkisi, dolaylı da olsa cumhurbaşkanının vesayeti altına giriyor.

Özellikle olağanüstü yönetim usulleri uygulanacağı zaman, cumhurbaşkanının bu alandaki yetkileri vesayeti aşıp doğrudan yetki kullanımına dönüşüyor. Türkiye tarihsel birikimi ve deneyimiyle bu sonucu hak etmemektedir. Oysa Osmanlı Meclisi Mebusanı bile hak ve yetkilerini padişaha ezdirmeyecek yönde kullanma becerisini gösterebilmiştir. Öte yandan Anayasa Mahkemesi tarafından denetimi zaten sıfırlanmış bulunan KHK’ler düzeni atında bir anayasa değişikliğine gitmek, başlı başına bir meşruiyet krizi yaratmaya adaydır.

Halkoylaması arifesinde ülkemizde yaşanan tatsız gelişmeler böyle bir krize yönelmiş ilk ayak sesleridir. Bu şartlar altında yapılan ve halkoylamasına sunulan anayasa değişiklikleri, halk oylamasından geçse bile, ‘ulusun anayasası’ diyebileceğimiz kalıcı bir nitelik kazanamayacak. Ulusun anayasası, ancak geniş bir uzlaşma zemini sağlamak üzere barajsız bir seçimle ulusu tam olarak temsil edecek bir kurucu meclis eliyle hazırlanırsa, bu sıfata hak kazanabilir

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr