18/24 Temmuz 2016

1. Hayatımız çalınıyor.

Sabaha dek uyumadık. Sosyal medyadan bilgi edinmeye çalışmanın güçlüğü ve zavallılığı içinde kıvrandık durduk. Ben on yaşındaydım 12 Eylül faşizmini yaşandığımda. Şimdi evimin salonunda, jet seslerinden ürken ve gözleri kocaman açılmış, olanı kavramaya çalışıyor kızım. Onu teskin etmeye çalışıyoruz. Nasıl diyeyim ki, senin yaşında ben de aynı kaygıları yüreğimde hissettim, aynı sorular kazındı aklıma ve yıllarca peşine düştüm, diye. Neden bizim ülkemizde bunca kolay ölmek ve öldürmek?

Sabah koca bir yıkıntıya uyanıyoruz. Meclis vurulmuş, sayısı belirsiz ölüm var ama en kötüsü artık çok daha umutsuz, geleceksiz bir halk var ülkemde. Yazı yazmak istiyorum, soluksuzca, sanki buraya akıtırsam öfkemi, isyanımı, biraz olsun dinecek içimde keder!

Hayatımız çalınıyor.

Belki bugün el ele tutuşma heyecanı içinde bir sevgili çift vardı. Yarım kaldı sevdaları. Yazık.

2. “Başarısız darbe girişimi” ne tuhaf tümce! Esasen girişim olduğu an başarılı oluyor. Yaşam duruyor, başka bir yöne evriliyor. Sokaklarda kaygılı insanlar, sadece temel gereksinimleri için yaşamaya başlıyor. Yani… Kimse incelik peşinde değil.

“Leman” sevilen bir mizah dergisi. Her sayısı can yakıyor elbet. Her dönem mizah dergileri hedeftedir, dünyanın her yanında. Bu sabah öğrendim ki, daha matbaadan çıkmayı başaramadan toplatılmış. Yani?

Yıllar önce Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz gibi ustalar “Marko Paşa” adlı siyasi bir mizah gazetesi çıkarıyor. İktidarın hafiyeleri peşlerinde… Elbet bunca zeki ve yaratıcı yazarla baş etmek kolay değil! O kadar etkili oluyor ki gazete, en sonunda toplatmak yerine, matbaayı basıp alıkoyuyor polisler gazeteyi! Sonra mahkemeler, mahkûmiyetler…

Nasıl bir yazgı ki bu, yıllar geçiyor, memleketin insanı aynı kısır süreci yineliyor. Acıklı bir hâl! Ahmaklık desem yeri… Bir halk hiç mi ders almaz yaşadıklarından?

3. “Allah devletimizi okumuşların şerrinden korusun” diye dua eden hocalar var, üniversite üyeleri var. Nasıl bir temenni bu? Cehalet niye istenir? Bir; kendi cehaletini örtmek ve vasatta yer edinmek için. İki; karşındaki insana kolay hükmetmek, kandırmak için. O halde bunu isteyen iyi niyetli değildir. Demek bencil duanın tanrısı iyi karar vermeli…

Tüm ülke, bugün olağanüstü dönem kararları için ekrana kilitlendi. Belirsizlik üstüne çok yazılacak günler. Melih Cevdet’in “Gizli Emir”i, Bilge Karasu’nun “Gece” si ilk aklıma gelenler. Darbe teşebbüs aşamasında gerçekleşmiş oluyor. 1980’i iyi anımsıyorum, çocuktum. Ardından olayların nasıl aktığını biliyorum.

OHAL ilan edildi.

Tekinsiz günler artıyor. Oysa olağanüstü hallerin içinden hiç çıkmadık ki!

4. OHAL koşullarında yaşamaya başladık. Günlük yaşantıda ne değişti derseniz, hiçbir şey. Oysa farkında olmadan duygularınız değişir, davranışlarız buna göre biçimlenir. Kaçınma hareketleri başlar. Yaşam daralır. Çevrenizdeki herkesi hafiye olarak görmeye başlarsınız. Güney Amerika’da bu türden ne çok öykü var. Günlerdir sokaklarda bir kısım ahali adına ‘demokrasi nöbeti’ denen şenliklere katılıyor. Biz izleyiciyiz. Nöbete sıradan bir yurttaş gitse ve mesela iktidara yönelik olumsuz tek cümle kursa, acep ne olur hali? E hani demokrasi?

Ekrandan ülkenin çeşitli meydanlarına bağlanıyor RTE ve şöyle diyor; “İkinci bir emre kadar herkes sokaklarda olacak”! Emir komuta zincirinde bir demokrasi şöleni içinde şaştık, kaldık. Mutlaka bir anlamı vardır.

“Aykırı Sorular” için bin bir güçlükle söyleşi vermeyi kabul eden Arınç, çıkacak ekran bulamadığı için, sosyal medyadan bir video paylaştı. Dedi ki; “Bana ahmak diyebilirsiniz ama şimdi anladım Fethullah Gülen’in terörist olduğunu.” Hazin manzaralar. Kibirli, tepeden bakan, şımarık ve otoriter o adam gitmiş, yerine kuyruğu sıkışmış kedi gelmiş.

Bu gün denize bakarak bir şiir yazdım.

Ölüme gidiyorum

Gel demem kimseye

Doğumu bilmem ama

Ölüm mutlak yalnızlık ister

5. Orhan Gökdemir’in kapısına polis gelmiş. İfade çağrısı için. Tatilde olunca, telefonlaştılar. Randevulaştılar sonra, yakında buluşacaklar. E ileri demokrasi böyle. Soru şu: “Ne yaptı Gökdemir?” sosyal medya hesabında alaysamalı yazıları var, hepsi bu.

Sevgi Soysal’ın “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” okunmalı yeniden. 12 Mart günlerinde, farklı gerekçelerle ve elbette haksız verilerle içeri tıkılan aydınlar, yazarlar ne türden bir yaşam sürmüş, insan o düşün seviyesine imreniyor. Bilgelik ve dayanma gücü ister güç günlerde akıl, ruh sağlığını korumak.

Ekranda kahramanlığa soyunan, durumu fırsata çeviren meslektaşları(!) izliyor, tebessüm ediyorum. Kahraman olmak kolay da, bunu sürdürmek, hakiki bir zemine oturtmak pek o kadar da kolay değil! Zamanın terazisi tartıyor hepimizi.

Sosyal medya esir aldı herkesi, doğru. Bir yanıyla da önemli işlev görüyor. Olan biteni dakikası dakikasına paylaşmak! İyi düşünmek için zihin sağlığına, duruluğa gereksinim var. Orada kaybolmamak lazım…

Tanınmış kimselerin tamamı bugün aynı torbaya atılıyor. Oysa aydın olmanın belli ölçüsü vardı eskiden. Şimdilerde bu da mı ortadan kalktı ne?

Yok, ben inanmam buna.

Şiirleri çıkar, romanları yakında bu dönemin. Oradan bakmak lâzım.

Sürüye kuşkuyla bakarım ben… Ne sürüsü olursa olsun, başında çoban yok mu!

6. Lessing. “Aklınızı kaybetmenize neden olacak şeyler vardır ya da kaybedecek aklınız yoktur” diyor.

İnsanın kendinden emin olması pek tuhaf gelir bana.

Fikir dünyası içinde yolculuğa çıkan kimse, kuşkulu olmayı öğrenir, bu korur onu. Aklını kaybedeceğini sanmak bununla ilgilidir. Dünyanın yarasını sarmak isteyip, her yana yetişmeye çalışıp, bir de gün be gün daha kötüye yanaştığını bilmek…

Birini kaybedecek aklı olmaması için iman etmek, tastamam inançlı olmak gerekir. Bu da iradeyi başkasına bırakma kolaycılığıdır. Cadı avı başladığı günlerdeyiz. Tüm dünya böyle…

Bir adam eline tabancasını alıp alışveriş merkezi basıyor ve insanları öldürüyor Almanya’da! Çünkü kendinden emin… Cinayet işlemek için kuşku duymamak gerekir. Kendini yok etmek için de emin olmak gerekir. Aklını kaçıracak kişi, içinde kuşkuyu taşır.

Bugün etraf sisli…

Yazgıcılar’da bunu yazdım. Sisli bir gecenin sabahı olur mu? Soru bu… Sabah olur belki ama sis dağılmadığı için bunu fark etmek mümkün olmaz çoğunlukla.

Karanlık adamlar günleri bunlar.

7. Viktor E. Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabını okudum. Yahudi bir ruh bilimcinin, Nazi döneminde toplama kampına düşünce nasıl yaşama tutunduğunu gördüm ilkin, ardından bu deneyimden elde ettiği logoterapi yöntemini kavramaya çalıştım.

Bir kitap yazma aşamasında olan Frankl, SS’lerin eline düşünce, bir yolunu bularak sayfalarını cebine sıkıştırmayı başarıyor. Bir süre sonra başına bela olacağını bile düşünce, bir yaşama tutunma/anlam haline geliyor o sayfalar. Belki en güç günlerde, bir lokma ekmeği bulma olasılığının neredeyse imkânsız olduğu zaman ya da yanı başında düşüp, ölen insanları kanıksayıp, duyguların yitimine tanık olduğu anlarda, yazacağı kitabına tutunuyor.

Özgürlüğe ulaştıktan sonra hekim olarak bir kuram geliştiriyor Frankl. İnsan neden bu güç koşullarda, ölümün daha kolay olduğu dönemde bunu yapmaz ve dirençle yaşama devam eder. Freud’tan başka bir yere taşıyor ruh bilimi. Ona göre dürtüler, bilinç dışı değil, bu anlam fikri insanı diri tutmaya yarıyor.

Bir gün çok sevgili eşini yitiren bir hekim arkadaşı geliyor Frankl’ın yanına. Çok acı çektiğini ve dayanmanın güç olduğunu söylüyor, eşini yitirdiğinden beri. Anlam dünyasında büyük kayıplar olduğunu ve yaşama tutunmak için sebebi olmadığını gözlemliyor Frankl. Bir soru yöneltiyor arkadaşına: “Eğer sen ölmüş olsan ve eşin hayatta kalsaydı çok acı çeker miydi?” diye. Adam hemen yanıt veriyor: “Acıyla kıvranırdı.” Frankl hemen ekliyor: “O’nu bu acıdan kurtardığını düşün” diyor.

Toplama kampında bir gün rüyasını anlatıyor bir tutsak ve diyor ki: “Bu ayın sonunda kurtulacağımızı gördüm dün gece.” Öylesine inanıyor ki rüyasına, neredeyse bunun gerçekliğinden emin halde geçiriyor ay sonuna dek olan zamanı. Yazık ki, o gün geldiğinde ne kurtuluş oluyor, ne koşullar değişiyor. Zavallı adam kısa süre sonra ölüyor. Bana kalırsa, tercih ediyor.

İnsanın anlam dünyasının giderek sığlaştığı, yaşamdan haz duymak, derinlemesine neden bulamadan yitip gittiklerini görüyoruz. Çoğu yaşayan ölüye dönüyor. Bizim gibi ülkelerde umut kırıcı ne çok olay var, buna dayanmak, kendini gerçekleştirme serüvenini sürmek hiç kolay değil! Öyle anlarda, cebindeki üç beş sayfa kâğıdı canı pahasına korumaya çalışan Viktor E. Frankl gelecek artık aklıma.

Kaynak: Birgun.net