Bugün 10 Ekim; Türkiye tarihinin en büyük terör saldırısının, en vahşi katliamlarından birinin yıldönümü.

DİSK, KESK, TMMOB ve TTB öncülüğünde sendikaların, mesleki ve toplumsal örgütlerin katılımıyla düzenlenen “emek, barış ve demokrasi” mitingi daha başlamadan vahşi bir saldırıyla kana bulandı, 101 insan ölürken 500’e yakın insan yaralandı.

10 Ekim’de yaşamını yitirenler arasında babasının elinde mitinge giden 9 yaşındaki Muhammet Veysel Atılgan da vardı. Demiryolu emekçileri, inşaat işçileri de vardı. Katliamda pek çoğumuz bir dostunu, arkadaşını ve yakınını kaybetti. Lise yıllarından kadim arkadaşımız Tayfun da (Benol) ölenler arasındaydı. Her daim mücadelelerine omuz verdiği işçilerin, inşaat işçilerinin yanı başında öldü Tayfun…

Ankara Valiliği 10 Ekim Katliamı ile ilgili her türlü anmayı yasaklamış. 10 Ekim Katliamı’nı önleyemeyenlerin, vatandaşın hayatını koruyamayanların, dahası katliam sonrasında canlı kalanların ve ölenlerin üzerine gaz sıkanlara işlem yapmayanların yaptığına bakar mısınız! Şu vicdansızlığı bakar mısınız! Katliam kurbanlarını anmak yasakmış.

Oysa beklenir ki zamanın Başbakanı, İçişleri Bakanı ve Ankara Valisi 10 Ekim’de Ankara Garı’na gelsin, önleyemedikleri bu katliamda ölenlerin anısı önünde diz çöksün ve özür dilesin!

Oysa biliyoruz, bu yasaklar kadim bir devlet geleneği. 1 Mayıs 77 Katliamı’nda ölenlerin Taksim’de anılmasına karşı da aynı şeyi yaptılar. Taksim’i yıllarca 1 Mayıs’a kapattılar. Sivas Katliamı’nın Sivas’ta Madımak Oteli önünde anılmasını engellemek için de ellerinden geleni yaptılar. Meydanların kentin bellek mekânları olmasını istemediler. Oysa meydanlar kentin belleğidir.

Toplumsal bellek meydanlarda yaşar. Yasaklanmak istenen sadece bir anma ve gösteri değil aslında. Bu vahşet, bu sorumsuzluk unutulsun, tozlu dosyalar arasında ve devletin mahfillerinde kaybolup gitsin istiyorlar.

İnsan şu soruyu sormadan edemiyor: 10 Ekim’deki canlı bombalar muhalif sendikaların değil de hükümet yanlısı sendikaların mitinginde patlasaydı, o canlı bomba iktidar partisinin mitinginde 101 insanın ölümüne yol açsaydı, Ankara Valisi bugün anmaları yasaklayabilir miydi? 15 Temmuz kanlı darbesinin yıldönümünde başta 15 Temmuz Şehitler Köprüsü olmak üzere kentlerin meydanlarında kitlesel anmalar yapılmayacak mı?

Ölüleri ayırmayı bırakın! Darbenin terörüne karşı direnirken öldürülenler de, demokrasi ve barış isterken katledilenler de, evine giderken Kızılay’da bir otobüs durağında canlı bombanın hedefi olan yurttaşlar da saygıyı ve anılmayı hak ediyor.

Ölüleri, katliamları ayırmayan, ölülerini ananların değil katillerin peşine düşecek bir hükümet aranıyor!

***

Kasvetli zamanlarda “gönüllü kulluk”

Zor ve kasvetli zamanlarda yaşıyoruz.

Kanlı darbe girişimi sonrasında memleketin hali hal değil. Darbe soruşturmalarında ve darbecilerle mücadele adı altında yaşanan hukuksuzluk, belirsizlik ve keyfilikler koyu bir korku ve kaygı iklimi yaratıyor.

Aylardır bitmeyen operasyonlar, gözaltılar, tutuklamalar, soruşturmalar, görevden almalar ve işten çıkarmalar herkesi tedirgin ediyor.

Nasıl etmesin!

Darbecilerle yıllardır işbirliği içinde olduğu bilinen makam ve mevki sahiplerine dokunulmazken, bir vakitler suç olmayan işler yapan sıradan memurlar işlerinden atılıyor, ailesi ile birlikte açlığa terk ediliyor. Demokrasi ve barışı savunan yazarlar, araştırmacılar hapsediliyor. Darbe girişimiyle alakası olmayan muhalifler darbe fırsat bilinerek işten atılıyor, üniversiteden çıkarılıyor, gözaltına alınıyor, hatta tutuklanıyor.

Herkesin her an gözetlendiği, herkesin her an başına bir haksızlık gelebileceği, at izinin it izine karıştığı, kurunun yanında yaşın da yanmasının olağan hale geldiği algısı yaygınlaşıyor. “Bu kadarı da olmaz” aşaması çoktan geçilmişti. “Burası Türkiye her şey olur” kıvamındaydı işler. Şimdi ise “OHAL’de her hal mümkün” aşamasındayız.

Bütün bunlar hukuksuzluğun sonucu. Zücaciye dükkânına fil gibi girmenin sonucu. Darbecilerle mücadelenin hukuk içinde sürdürülmemesinin sonucu.

Bu yaşananların siyasal, toplumsal etkileri ve sonuçları daha belirgin, daha su yüzünde. Öte yandan bu yaşananlar insanların ruh halinde büyük yıkımlara, kırılmalara yol açıyor.

Hayır, darbeyi fırsat bilip rakip gördüklerini temizleyen güç sahiplerinden, çalışma arkadaşlarını ihbar edenlerden, işten attıranlardan söz etmiyorum. Onlardan söz etmeye değmez. Çalışma arkadaşları işten atılırken görmezden gelmeler, kapı komşusu eşyalarını toplarken odasına kapanmalar, durup selamlaşma yerine hızlıca geçmeler, yol değiştirmeler, hocasına ve arkadaşına bir geçmiş olsun telefonu edememeler, “aman bana dokunmasınlar” söz ettiklerim.

Hukuk güvenliği olmayınca herkes korkabilir, herkes kaygı duyar. Hele gücün dizginlerinden boşaldığı zamanlarda herkes tedirgin olur. Mesele korku ve kaygı duymak değil, korku ve kaygı duyarken ne yaptığın. İnsanların başını eğmesi, gözlerini kaçırması, ruhunu örselemesi, kendini ezmesi mesele.

Bu cadı avında üniversiteden koparılan Cengiz Hoca (Erçin) odasını toplarken, yaptığı konuşmada “kanser hücrenin faşizmidir” benzetmesiyle mesleğine hâkimiyetin de veciz bir örneğini vermişti. Evet, faşizm sadece bir baskı rejimi değil, toplumun dokusunun bozulması, insanın insaniyetini kaybetmesinin sonucu aynı zamanda.

La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’de insanların nasıl olup da itaat etmekle kalmayıp, boyun eğmeyi arzuladıkları, gönüllü kulluğa yöneldikleri sorusuna yanıt ararken, “Erdemsizliğin daha ileriye gidemeyeceği doğal bir sınır vardır” der. Faşizmin insanın vicdanını teslim alması, erdemsizliğin doğal sınırlarının da ötesine geçilmesi demek.

Bu zor ve kasvetli günlerde bir okuma önerisi: Etienne de La Boetie- Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (Çeviri ve Yorum: Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Kitabevi)

Yazı günü değişikliği: 2005’ten bu yana bu köşede perşembe günleri yazıyorum. Yazılarımı aksatmamaya çalıştım. Ancak hafta içi yoğunluğum nedeniyle son zamanlarda aksamalar yaşanmaya başladı. Bu yüzden, bundan böyle ‘Emeğin Halleri’ pazartesi günleri yayımlanacak.

Kaynak: Birgun.net