ONUR BEHRAMOĞLU

İlber Ortaylı, 25 Ağustos 1982’de Cumhuriyet’te yayımladığı ‘Dimitri Kantimir, Evliya Çelebi ve Diyanet İşleri’ başlıklı yazıda, 1979 yılında Kültür Bakanlığı’nın bastırdığı, Boğdan voyvodası Dimitri Kantimir’in yazdığı ‘Osmanlı İmparatorluğunun Yükselişi ve Çöküşü’ adlı üç ciltlik kitabın toplatılması teklifinin Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından Bakanlığa sunulduğunu belirtir. Romence baskısından çevrildikten sonra basılması talebiyle Kültür Bakanlığına iletilen yapıtı o dönemde inceleyen kişidir İlber Ortaylı. Kusursuz denecek kadar dikkatle yapıldığını belirttiği çeviriyi “muhterem bir iş” olarak niteleyip “Çevirmene bir tarihçi olarak şükran duyduğunu” ifade eden Ortaylı, aradan üç yıl geçtikten sonra kitap hakkında Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinin “yüksek mütalaalarını” öğrenince kalkıp gider Diyanet İşleri Başkanlığına. Eser hakkında olumlu raporu verenin kendisi olduğunu vurgular, verdikleri olumsuz kararın gerekçesini sorar, yanıt alamaz. Israr edince öğrenir ki, yüksek kurul üyelerinin yüksek endişelerine sebep, “Kantimir’in Müslümanlık aleyhindeki sözlerine dipnot düşülmemiş olması”dır.

Değerli tarihçimizin bu konudaki görüşleri, 2016 Türkiyesi’ni haber veren işaret fişekleridir: “Bu kitaba yetkili bir uzmanın inceleme raporu üzerine Kültür Bakanlığı Çeviri Eserler Kurulu olumlu oy vermiş ve kitap bastırılmıştır. Hal böyle iken kendisini her şeyin üstünde görme alışkanlığı edinen Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bu eseri sözüm ona tekrardan incelemesi ve yeni bir raporla Kültür Bakanlığına müracaatı yetki tecavüzünden başka bir şey değildir. Kendi alanına ait olmayan kitapları denetleyip tavsiyelerde bulunmaya başladığına göre, Din İşleri Yüksek Kurulunun sansür fonksiyonunu yüklenmesi yakındır.”

Şimdi Orhan Gökdemir’e kulak verelim, gazeteciliğe başladığı yıllardan bir anısını anlatsın bize, sonra çocukluğuna, taa Eyüp’e kadar uzanırız. Gökdemir şehrin sokaklarında haber peşinde koşmaya yeni yeni ısınmaktayken İstanbul da ‘muhafazakâr’ların yönetimine geçmiştir. Belediye Fen İşleri Müdürü’nün ilk icraatlarından biri, Haşim İşçan Geçidinin dökülmüş bir duvarını betonla sıvamak olur. Oysa orası, bilerek açıkta bırakılmış bir Bizans kalıntısıdır, geçit yapılırken üzeri kapatılmamıştır. ‘Muhafazakâr’lar sıvama işlerinden anladıkları ölçüde yurtlarının tarihini bilmedikleri için sadece sıvayarak muhafaza edebilmekte, Diyanet İşleri’nin tarih kitabı toplatmaya yeltendiği ülkede İstanbul gibi bir imparatorluk başkenti yetkililerinin Bizans’tan habersiz olmaları da çağın ruhuna uygun görülmektedir.

Muhafazakâr milletimizin, Diyanet İşleri’nin ve hizmet aşkıyla yanıp tutuşan belediyelerimizin her biri sıvama ustası aziz fertleridir ki, tıpkı Orhan Gökdemir gibi onlar da, çocukluklarında mutlaka bir kez olsun uğramışlardır Eyüp’e, mutlaka hatırlarlar Eyüp Sultan Camii kıyısındaki oyuncakçılar çarşısını. Sünnet olan çocuklar buradaki el yapımı ahşap oyuncaklarla avutulmak üzere Eyüp’e getirilmekte, çarşı onlara bir güzel tavaf ettirilmektedir. O günlerde acılarını, endişelerini, korkularını bir çırpıda üzerlerinden atıp sevinçle çın çın çınlayan çocuklar bugün kendi çocuklarının ellerinden tutup Eyüp’e götürdüklerinde hacıyatmazları değil hacı aparatlarını, her biri mübarek ağaçlardan oyulma atları, arabaları, türlü çeşitli oyuncakları değil sözde dini yayınları görmektedirler. En doğal haliyle çocuk belleklerine masum bir güzellik olarak işlenecek Eyüp bile, ‘Kahpe Bizans’ın bitmeyen fethinde Şark usulü bir din bezirgânlığına kurban edilmiştir. Artık bu şehrin ve bu ülkenin hiçbir yerinde hiç kimsenin gönül teli titrememekte, bu şehir ve bu ülke ‘muhafazakâr’lar elinde can çekişe çekişe ölmektedir.

‘Amerikalı Tolstoy’u bilir misiniz, Salâh Birsel’in benzersiz denemelerini topladığı kitaplarından biridir. Ben size birkaç cümlesini yazayım da, ‘muhafazakâr’ yağmada yitirdiklerimizin simgesi haline gelen ağaçlara ve mahalle baskısına boyun eğerek kendi renklerini solduran kadınlara yas tutarak okuyun:

“Sonbahar vurgununu yiyen ağaçlar içinde en görkemlisi çınarlardır. Bütün yeşilliklerini soyunsalar da insanlar onlar için ‘yapraklarını döktü’ diyemez. Dişbudak, ölüsü dirisinden leyla bir ağaçtır. Hurmaların iri bir bilya büyüklüğündeki meyveleri portakal sarısı renkleriyle bahçeleri ateşe verirler. Bağdat Caddesindeki âşıkömerlerden biri de gülibrişim ağacıdır. Tirfil tirfil yaprakları ayışıklı gecelerde cazla karışık Bach çalgılamasıdır. Caddebostan’daki, gövdesi şarabi sarmaşıklarla sarılmış sedir ağacını bu yıl yerinde bulamadım. Beş katlı apartmanlardan biri de onun üstüne kondurulmuştu.

Üfürlü ve püfürlü günlerde bir ağacın altına oturup üstünüzde oluşan yaprakları silkelemeden durursanız, az biraz sonra, eliniz, yüzünüz, başınız ve giysiniz yapraklarla örtülür ki, akasya altına çökmüşseniz akasya ağacı, atkestanesi altında konak tutmuşsanız atkestanesi olup çıkarsınız. Kadınların sırtında da sedefi, ebruli ve kobalt mavisi fistanlar. Saçlar samani, maun ya da mormenekşe. Gözlerin üstü sümbüli far.”

Hani nerde şimdi o ağaçlar, kadınlar; o uçuş uçuş, o insanı deli eden, insan eden şeyler? Artık her yer beton, asfalt, araba uğultusu. Her yer türban, çarşaf… kafalarımızın içine kadar gelip dayanmış gericiliğin homurtusu.

Kaynak: Birgun.net