Ben-Hur (1959) filmi toplam 11 Oscar sahibi olmuştur. Bu filmin pek konuşulmasa da bir ödülü daha vardır, o da hayvan hakları ihlalleri ödülüdür. Film çekimi sırasında hayvanlara kötü muamele gösterilmiş, zulmedilmiş ve o meşhur 11 dakikalık at arabası yarış sahnesi için 100 atın ölümüne yol açılmıştır. Bu bilginin bir basın toplantısında yanlış anlaşılarak ileri sürüldüğü söylense de, Ben-Hur hafızamız bu bilgilerle doludur. Bu yüzden bu hafta vizyona giren ve at arabası yarış sahneleri içeren bu filmi özenle takip etmek ve hayvan hakları açısından araştırmak gerekti. Resmi açıklamalar ve raporlar doğrultusunda filmde hiçbir hayvanın zarar görmediği belgelenmiştir.

Bu kaçıncı Ben-Hur

1880 yılında yazılmış bir roman olan Ben-Hur 1899’dan beri hayatımızda. Bir insan ömrüne kaç Ben-Hur sığar bilinmez ama sanırsam 2016 versiyonu benim son Ben-Hur’um olacak. Ben-Hur’un bu son hali tam anlamıyla bir hayal kırıklığı. Judah Ben-Hur rolündeki Jack Huston ve Messala Severus rolündeki Toby Kebbel genç kızların gözüne hitap etmek dışında bir işe yaramıyorlar, oyunculukları son derece hantal ve yontulmamış diyebilirim. Diyaloglar sığ ve yönetmenlik ise hikâyeyi ortaya çıkarmaya hiç yetmeyen düzeyde. Kültürel ve özellikle politik anlamda birbirine tamamen zıt olan iki erkek kardeşin hikâyesi ile İsa’nın hayatı ve ölümü hikâyesi birbirinin içine hiç geçmemiş. Belki sıkıntının kaynağı filmin 2 saat olması ve bu hikâyelerin olgunlaşmaya fırsat bulamamalarıdır, çünkü hatırlayacak olursak 1959 versiyonu Ben-Hur’un süresi 3.5 saat idi. Ben-Hur filmlerinin kilit ve önemli sahnesi at arabası yarış sahnesidir. İntikamın ve yüzleşmenin bu imza sahnesi, ne yazık ki duygusal olarak tamamen etkisiz kalarak sadece görsel olarak göz doyuran, amaçsız bir sahne olmuş.

Önce hayvan sonra insan

Bu sahnenin en güzel yanı, demin dediğim gibi çekimlerde hayvanların zarar görmemiş olması. Israrla bu noktaya dönüyorum, çünkü sinemada bu son derece kanayan bir yara. Üstelik Kurban, yani kavurma bayramı geldiğinde kendimi çok kötü hissetmem. İnsanın yaşam hakkı ile hayvanların yaşam hakkı arasında tek fark, hayvanların bu hakka insanlardan daha çok muhtaç olmasıdır. Sanatın üzeri örtülü entelektüel dokunulmazlığı kisvesi altında hayvanlara zulmedilmesi, hayvanların katledilmesi kabul edilemez.

1978’de Paris’te ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 5/4 der ki: Hayvanları içeren sergiler, gösteriler ve filmler hayvanların onuruna saygı göstermek zorunda olup hiçbir şekilde şiddet içeremezler. Sorun hayvan haklarını, bu minvalde eylem yapanları, vejetaryen/vegan olanları ciddiye almamak, hatta onlarla dalga geçmekle başlıyor. Çevreciler bir ağaç için haklı eylemlerini sürdürür ve alkışlanırken hisseden, düşünen, üreten canlılar için nasıl olur da kılını kıpırdatmayan o kadar çok insan olabilir. Benim tahminim, bilinçaltından bu suça dahil olduklarını bildikleri içindir. Hayvan sevgisini kedi, köpek, panda ile sınırlı tutarak en büyük hayvan sevgisini mangal başında yaşayanların bu suça gizli ortak olmalarındandır. Üzerinde hiçbir mülkiyet hakkımız olmayan hayvanların hak arayışını içselleştirmeyen her birey fark etmeden ‘önce insan sonra hayvan’ diyerek aslında en büyük ayrımcılığın ve ırkçılığın birer parçası olmaktadırlar.

Her şey sanat için değildir

Hayvanların film setlerinde kötü şartlara maruz kalmaması için filmlerin çekim sürecini izleyen American Humane Association, (AHA) “Filmde yer alan hayvanlar, sadece çekim sırasında ölür veya yaralanırsa, hayvana zarar verilmiştir” diyen bir kuruluş. Hakkında rüşvet iddiaları dahi bulunan bu kuruluş ne kadar güvenilir orası hâlâ çok kuşkulu. Hatta AHA’nın filmlerde zarar görmüş hayvanlar olmasına rağmen “No Animals Were Harmed/Bu Filmde Hayvanlar Zarar Görmemiştir” kredisi verdiği bile görülmüştür. Örneğin AHA’nın “No Animals Were Harmed” kredisi verdiği Oscar ödüllü Life of Pi (Pi’nin Yaşamı) filmindeki kaplanın çekim sırasında su tankında boğulma riski atlattığına dair bilgi içeren bir mail ortaya çıkmış, fakat bu mailin üzeri örtülerek, bu maili atan AHA çalışanının işine son verilmiştir. Üstelik filmde kullanılan kaplanın sahibi, hayvan eğitimcisi Michael Hackenberger, PETA tarafından hayvanlara işkence yaptığı belgelenmiş bir isimdir. Ülkemizde ise durum daha da içler acısı bir halde. Reha Erdem’in Kosmos filmi, Kaan Müjdeci’nin Sivas filmi, Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi hayvan hakları ihlali açısından hâlâ kafalarda soru işareti bırakan önemli yönetmenlerin önemli filmleridir. Acilen ülkemizdeki dizi ve film setlerinde kullanılan hayvanlar için izleme komisyonu kurulmalıdır. Sonuç olarak, bu kadar ilerlemiş olan film teknolojisine rağmen filmlerde hayvanların tehlikeli sahnelerde kullanılması ve sanat filmlerinde ifade aracı olarak düşüncesizce kullanılması kabul edilemez bir durumdur. Her şey sanat için değildir, olmamalıdır.

Kaynak: Birgun.net