“Mahkeme son kararını verirken 16 yıllık bir yargılama sürecinde daha önce almış olduğu ara kararları ya görmedi ya da görmezden geldi. O ara kararlarda öncelikle davanın bir suç örgütünün yargılandığı davaya dönüşmüş olduğu gerçeği var. Bu konuda birçok benzeri dava dosyası mahkemece celp edilmiş ve aynı nedenle sanıklara da ek savunma hakkı verilmiştir. Nitekim, bizim bu davada zamanaşımı tezimiz de mahkemenin bu ara kararlarına dayanmaktadır. Hal böyle olunca mahkeme zamanaşımının dolmadığına ilişkin tezimizi reddetse bile, maddi olayı tarife yönelik önceki ara kararları gereğince ‘suç örgütü’ ihtimalinden vazgeçip geçmediğini, geçtiyse bunun gerekçesini ayrıntılı şekilde açıklamak zorundadır. (Aynen ilk 16 Mart yargılamasında sıkıyönetim mahkemesinin yaptığı gibi) Yargıtay ise en azından bu gerekçenin ortaya konmamış olması nedeniyle kararı usulden bozmak zorunda idi. Oysa bunların hiçbiri yapılmamıştır. Ortada gerekçesiz bir mahkeme kararı ve yine gerekçesiz bir Yargıtay kararı var. Bu durum ise artık iç hukukumuza dahil olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesindeki ‘adil yargılanma’ ilkesine tamamen aykırıdır...”
AİHM’ye başvuru
Yeniden yargılamanın iadesinin yolunu açmak için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuracaklarını, bunun için teknik çalışmalarının sürdüğünü belirten Alptekin, AİHM’ye bu taleple ilk kez gidileceğini söylüyor.
Abdullah Öcalan’ın yargılanması sürecinde Avrupa’nın da baskısıyla uyum yasaları kapsamında sanık lehine ‘yargılamanın iadesi’ konusunda yapılan değişikliğe ve bu kararın çok yerinde bir karar olduğuna dikkat çekiyor. Ancak bu düzenlemenin eksik olduğunu, “ek bir yargılamanın iadesinin zarar gören müdahil lehine de yapılabileceğini, yapılması gerektiğini” vurguluyor. AİHM’nin kararları esasa girip tartıştığında, daha önceki ara kararların bile karar öncesi tartışılmadığını, bu nedenle de zamanaşımı kararının ‘hukuksuz verilmiş bir karar’ olduğunu göreceğini kaydediyor.
Avrupa’nın göbeğinde Gladyo’yla hesaplaşacaklarını ileri süren Alptekin, “Apo davasında yeniden yargılanmanın hükümleri değişmişse bu olayda da müdahiller lehine aynı sürecin işlemesi gerekiyor. Bunun olmaması için hiçbir neden yok. Eğer olmuyorsa bunun sorumluluğu tamamıyla Avrupa Birliği, dolayısıyla AİHM’de olacak. İşte hesap sormaya, orda Gladyo’yu yargılamaya gidiyoruzdan kastımız budur” diyor.
Eğer AİHM bu yolu engelleyecek bir tavır koyarsa yani ters bir karar alırsa, o zaman AİHM’nin “yargılama hukuku, güvenilirliğini” tartışmaya açacaklarını belirtiyor ve “sözleşme ihlallerinde devletleri zorlayacak kararlar alan AİHM, kontrgerillanın, yargılanmasının önünü açacak en önemli düzenlemeyi yapmakta zafiyetli davranıyor, diyebileceğiz” diye konuşuyor.
İlk adımlar
Cem Alptekin, son zamanlarda siyasi katliamlarda ya da olaylarda “insanlık suçu” kavramının sık sık dile getirilmesine de tepkili... Bunu çok sakıncalı buluyor. Ona göre bu, “Gladyo’yla hesaplaşmamanın ilk adımları...”
Son sözleri ise “Tüm ipuçları incelendiğinde Hrant Dink süreci de Gladyo’nun operasyonlarından biri bizim nazarımızda” oluyor...
Tarihe gömülemez
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in ‘Zamanaşımına uğramasına izin vermem’ diyerek sorumlu savcılar ve yargıçlar hakkında açtırdığı ‘idari’ dava, HSYK’de ‘oybirliğiyle’ aklanma kararıyla sonuçlandı
Peki, 32 yıl sonra bu dava tarihe mi gömüldü?.. Av. Cem Alptekin’e göre bu davanın tarihe gömülmesi mümkün değil. Bir, hukuk tekniği açısından, ikincisi ise “kararlılığımız açısından” diyor Alptekin ve ekliyor:
“Biz yargılama sırasında kontrgerillanın bir fotoğrafını çektik. Yargı önünde bu örgütü delillendirip deşifre ettik. Ancak Türkiye’nin de dahil olduğu uluslararası sistemin hücrelerine nüfuz etmiş, üstelik de zamana uyum göstererek, yeniden yapılanmayı ve yeni kodlarıyla her daim emperyalizme hizmet etmeyi başarmış olan Gladyo’nun Türkiye ayağını, kontrgerillayı bugün için yargılayıp mahkûm edebilecek maddi ve moral donanıma ve siyasi konjonktüre sahip değiliz. Diğer taraftan, bizim gibi ülkelerde devlet içindeki kurumlarda ve ‘sivil toplum’ alanında örgütlenmiş, tıkır tıkır işleyen kendi hiyerarşisi ve hukuku ile halkı birbiri aleyhine silahlı çatışmaya sevk etme ve hükümetler devirme gücüne sahip olan organize suç örgütlenmesi var. İşte Türkiye’nin bu örgütle hesaplaşması gerekiyor. Bugün olmasa yarın bu mutlaka gerçekleşecek... Ve burada en büyük görev de biz hukukçulara ve barolar gibi, görece bağımsız hukuk kurumlarına düşüyor. Ancak hukuk camiası da bu konuda hiç iyi bir sınav vermiyor. Biz ise hani şu, ‘bir tek tuğla çekilirse yıkılacağı’ söylenen o duvarla uğraşıyoruz. Amacımız ise malum; o tek tuğlayı yerinden oynatmak...”
Emperyalizm tasfiye edilmeden gladyonun tasfiye edilmesinin mümkün olmadığını ifade eden Alptekin, “Bu sürecin, dünyada yeni doktrin ve kodlarla araştırmacı-yazar Suat Parlar’ın da isabetle saptadığı gibi, neo-gladyo aşamasına geçtiğini ve faaliyetine daha güçlü bir şekilde devam ettiğini” öne sürüyor.
Aklama müessesesi oluşturmuşlar’
Türkiye’nin ilk ve tek kontrgerilla davasının, “derin devlet”le hesaplaşma iddiasındaki Ergenekon davasının başladığı gün (20 Ekim 2008) zamanaşımından düşmesi kamuoyunda büyük yankı yaratmıştır. Medyada çıkan haberlerin ardından birçok köşe yazarı da zamanaşımı konusunu köşesine taşıyarak tepki gösterir. Bazıları da 16 Mart davasının bu şekilde sonuçlanmasının Ergenekon davasına zarar verdiğini yazıp çizer. Türkiye’de Ergenekon üzerinden derin devletle hesaplaşıldığı algısı yara almıştır. Tam bu aşamada dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin girer devreye... Şahin, bu karardan rahatsız olduğunu açıklar. Beyazıt’ta yedi öğrencinin öldürüldüğü olaya “bizzat tanıklık ettiğini, hatta yaralı bir öğrenciyi ambulansa kadar taşıdığını” anlatarak “Bu davanın zamanaşımına uğramasına izin vermem” der. Zamanaşımı kararı veren yargıçlar hakkında idari soruşturma açılır. Adalet Bakanlığı müfettişleri inceleme sonucu, sorumlu buldukları yargı mensupları hakkında rapor hazırlarlar ve konu HSYK’ye taşınır. Gelişmeler kamuoyuyla da anında paylaşılır hep. Ancak her nedense, HSYK’nin yargıç ve savcıları “oybirliğiyle akladığına” ilişkin haber medyanın yoğun gündemi arasında kaybolup giderken, konu üzerinde kimsenin sesi çıkmaz. HSYK’de Adalet Bakanı ve müsteşarının da olduğuna dikkat çeken ve “demek ki aklama müessesesi oluşturmuşlar” yorumunu yapan Cem Alptekin, şunları söylüyor:
“Oysa 16 Mart dava dosyasında ihmal veya suiistimal o kadar açıktır ki orada özellikle bizim duruşmaya katılmadığımız yalnızca son birkaç senenin duruşma tutanaklarına bakıldığında bile; iddia makamı hiçbir talep ve mütalaada bulunmadan, hiçbir delil toplanmadan, başkaca hiçbir işlem yapılmadan, mahkemece yeni hiçbir karar alınmadan duruşmaların hep aynı ara kararlarla talik edilerek, davanın zamanaşımına kadar bir rutine bağlandığını açıkça görürsünüz. Bunu görmek için hukukçu olmaya dahi gerek yoktur...”
Bu arada Yargıtay 1. Ceza Dairesi, 1 Şubat 2010’da davayla ilgili temyiz incelemesini sonuçlandırır ve İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin yedi öğrencinin ölümü, 41 öğrencinin de yaralanmasıyla sonuçlanan katliama ilişkin verdiği “zamanaşımı” kararında hukuka aykırılık bulunmadığına hükmeder.
‘Ergenekon süreci politik’
Ucu açık bir Ergenekon süreci yaşanıyor ve herkes, her olay bu davanın içine ilave edilmeye çalışılıyor. En sonra araştırmacı gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklandığına dikkat çektiğimizde sözlerini şöyle sürdürüyor Alptekin: “Türkiye’de bugün siyasi iktidarın savcılığına, muhalefetin de avukatlığına soyunduğu; her iki taraftan medya kalemşorlarının ve hukukçuların katılımıyla taraf teşkilinin de sağlanarak, hukuk kurumlarının da (özellikle de baroların) alet edildiği medya mahkemeleri kurulmaktadır. Her akşam TV’lerde (ister Ergenekon yandaşı ister karşıtı olsun) hep birlikte hukuk cinayetleri işlenmektedir. Daha iddianamesi hazırlanmamış şüphelilerin gizli olması gereken soruşturma bilgilerinin medyada çarşaf çarşaf yayımlanıp tartışıldığı; yargılamalarının bu bilgiler üzerinden medya aracılığıyla yapılıp hükümlerinin de
medya aracılığıyla verildiği, politik ve ‘özel’ bir soruşturma/yargılama sürecinden geçiyoruz.”
Yaşanan süreçte 16 Mart katliamı da Ergenekon’a bağlanabilir mi, sorusu karşısında, “Hukuk mücadelemiz boyunca hiçbir zaman siyasete kurban etmedik bu davayı” diyor ve ekliyor: “Ergenekon süreci her şeyden önce ideolojik, politik bir süreç. Yargılamadan önce başlayan, yazılmış kitaplarıyla, siyasi iktidarın angajmanlarıyla birlikte ortaya konulmuş, belirli bir hedefi olan bir proje. Ola ki Türkiye’de bir Gladyo yargılaması yapmaya niyetlenmiştir savcılarımız. Biz bunu önemseriz. Bizim açımızdan önemli olan; Türkiye Cumhuriyeti’nde tarihsel süreç içinde emperyalist sistem adına darbeler yapmış, hükümetler devirmiş, halkı birbirine kırdırmış ve psikolojik savaş yürütmüş devlet içindeki örgütlü yapıyı ayakta tutan duvardan bir tuğla koparmaktır.”
Cumhuriyet