Orhan Kılıç

Ümit Kocasakal ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geldiği 1986 yılında tanıştık. Tanıştığımız zaman, üzerinde Deniz Gezmiş ile efsaneleşen kapüşonlu yeşil parka, kafasında Willy Brandt’tan esinlenme ön tarafında hasır örgüsü olan kaptan şapkası, boynunda Hıncal Uluç’un kitabından fırlama upuzun ‘Sarı Kırmızı Kaşkol’ vardı.

6 veya 7 yıl öğrenim gördüğü Galatasaray Lisesi’nde, 12 Eylül faşist askeri darbesinden sonra, ilerici, sosyalist, devrimci, solcu gençliği Kemalistleştirme projesinden pek etkilenmişe benzemiyordu. Solcuydu, sosyalistti, devrimciydi.
Hukuk Fakültesi öğrenciliği yıllarında, Galatasaray Lisesi’nin orta kapısından içeri girildiğinde sağlı sollu duvarlarda Çanakkale’de şehit düşen lisenin son üç sınıfının öğrencilerinin resimlerine uzun uzun baktığı belliydi. Bu son üç sınıfın tamamına yakınının şehit düştüğünü biliyordu. Aralarında azımsanmayacak sayıda Rum, Ermeni, Kürt ve Yahudi olduğunun farkındaydı.
Eylemlere katılır, forumlarda konuşur, sol-sosyalist fikriyata ilişkin tartışmalar içinde yer alır, kültürel etkinlikleri takip eder, sol-sosyalist çevreler ile dostluklar, arkadaşlıklar kurardı.
Bir süre İstanbul Hukuk Oyuncuları grubunda birlikte tiyatro çalışmalarında da yer aldık.
Dört yılı böyle geçti. Zeki bir öğrenci olduğu için de ortalamanın dışına taşarak, dört yılda mezun olup gitti.
Mezuniyetinden 2 sene sonra Sultanahmet Adliyesi’nde karşılaştık. Avukatlık yapıyordu. Adliye koridorunda çay içip sohbet ederken; ‘Orhancığım bir konuda fikrini alacağım. Köksal Hoca bana asistanlık teklif etti, bazı arkadaşlar ne işin var diyor, bazı arkadaşlar da kabul et diyor. Kararsızım ve huzursuzum, sen ne önerirsin?’ diye sordu. Kendimden çok emin ve kesin bir dille ‘Ben akademisyen olmak için öğretmenlikten istifa edip, bizzat okula devam ettim. Ancak baktım ki, bizim fakültede Galatasaray dukalığı var, dışarıdan birini asla almıyorlar, çaresiz bu sevdadan vazgeçtim. Hem hukukçuluk, hem de öğretmenlik. Dünyanın en güzel iki işi bir arada. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi hiç? Ben senin yerinde olsam, hiç tereddüt etmeden hemen kabul ederdim. Bak ben her ikisini ayrı ayrı yapmak zorundayım’ dedim. Çok sevindi. ‘Çok rahatladım. İyi ki seninle karşılaştık’ dedi ve sarılarak ayrıldık.
Bundan sonraki süreçte, İstanbul Barosu içinde solcuların, sosyalistlerin, devrimcilerin, demokratların, feministlerin, Kürtlerin içinde yer aldığı Çağdaş Avukatlar Grubu’nda hiç yolumuz kesişmedi. Hatta bir seçimde Yeni Oluşum ismi ile seçimlere katılan liberallere destek verdiğine tanık oldum.
28 Şubat sürecinden sonra devlet, herkesin hakkını hukukunu savunan, baronun kapılarını tüm avukatlara açan Çağdaş Avukatlar grubunu yönetimden uzaklaştırmak, baro çatısı altında bulunan solcuları, sosyalistleri, devrimcileri, demokratları, Kürtleri, İslamcıları barodan kapı dışarı etmek için, yoğun bir saldırıya geçti. Mevzuat değişikliğine gidilerek baro başkanlığına 2 dönem sınırı getirildi. Baroya aidat borcu olan genç avukatların seçimde oy kullanması engellendi. Sonuçta İstanbul Barosu yönetimi devlet eliyle, laiklik edebiyatı, İstiklal marşı ve bayrak istismarı yaparak ayrı bir grup kuran Kemalistlerin eline teslim edildi.
Bir süre sonra Ümit Kocasakal’ı akademisyen kontenjanından ‘Önce İlke’ grubunun yönetim kurulunda gördük. Baro Yönetim Kurulu üyesi olunca da, Kemalist resmi ideolojinin ideologlarından Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset eserini hatmetmiş, Anadolu topraklarında Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarından öte, başka siyasal anlayışlara hayat hakkı tanınmadığının ayırdına varmış olarak gördük.
Galatasaray Lisesi’nin duvarlarında asılı duran resimleri hepten unutup gitmişti. 15-16 yaşlarındaki Türk, Ermeni, Rum, Kürt, Yahudi çocuklarının vatan için ölüp gittiklerinin farkında bile değildi. Çanakkale Savaşı’nı evliyaların kazandığını iddia eden İslamcılara inat, o da sadece Mustafa Kemal’in kazandığını iddia ediyordu. Adeta ortaokul Sosyal Bilgiler dersinde öğretilenleri tekrar edip duruyordu.
Esasen Galatasaray Lisesi’nde aldığı eğitim ile İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okuduğu Anayasa Hukuku ile Kamu Hukuku dersleri bile Kemalist ideoloji ile sol fikriyatın hiçbir zaman, hiçbir yakınlığının olmadığını şıp diye anlamasına yeter de artardı bile. Ama her nedense bir kere ‘ikbal’ tokmağı kapısını tıklamıştı. Bu tokmak öyle bir tokmaktır ki, adama hem Atatürkçü, hem Marksist, hem solcu, hem de sosyalist olduğunu söyleterek saçmalamasına bile neden olabilir.
Kocasakal 6 yıllık baro başkanlığı döneminde, İstanbul Barosu’nun kapılarını solculara, sosyalistlere, gençlere, kadınlara, Kürtlere, İslamcılara hiç açmadı. Baronun halk ile kurulan bağlarını tamamen kopardı.
2002’de AKP’nin iktidar olmasından sonra, Kocasakal’ın ‘Cilalı İmaj Devri’ başladı. Her hafta televizyon programlarının kadrolu canlı yayın konuğu olmaya başladı. Allanıp pullandı, medya tarafından topluma pompalandı.
Kocasakal’ın baro başkanlığı döneminde, kamuda türban yasağı kaldırıldı. Türbanlı avukatlar, türbanlı hakimler, türbanlı savcılar görev yapmaya başladı. Vakti zamanında başı açık olarak baro yönetim kurulu yerine, kadın yönetim kurulu üyesi karşısında avukatlık yemini yaptırılan bir kadın stajyer için ortalığı ayağa kaldıran Kocasakal ve ekibi, kendi dönemlerinde yapılanlara gıklarını bile çıkarmadılar.
Ergenekon ve Balyoz davaları sırasında Silivri Cezaevi’ni ayak yoluna çeviren Kocasakal, kendi siyasal ideolojisine, etnik kökenine, uzak gördüğü avukatların ne davalarına sahip çıktı, ne de katledilen meslektaşlarının cenazelerine.
Bir Baro genel kurulu sırasında ayaküstü muhabbet ederken bana dönerek sarf ettiği, ‘Sizin Cumhuriyet vurgunuz eksik’ sözleri kulağıma hiçbir zaman küpe olmadı; ama ikbal beklentisiyle siyaset yapmaya çok iyi bir örnek oldu. Oysaki Kocasakal’ın cumhuriyetlerde köken sorunu olamayacağını, cumhuriyetin bir yurttaşlar şirketi olduğunu, cumhuriyetlerde farklılıklar olduğunu, farklılıkların da demokrasiyi zorunlu kıldığını çok iyi bilmesi gerekir.
Ümit Kocasakal, İstanbul Barosu’na adım attıktan itibaren, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin resmi tarih tezine sarılarak, bu tezi kendine politik siyasal hat olarak benimsemiş, Türk ulusundan olmayı, Türk etnisitesinden olma biçiminde tanımlayan tarih tezini şiar edinerek siyaset yoluna girmeye çabalamaktadır.
Kamuoyunun gündemine oturan haberlere göre de, CHP genel başkanlığına adaylığını açıklamış. Hani şu, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurma iddiasındaki, hani şu Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunma iddiasındaki, hani şu 1 Kasım 2015 seçimlerinde Güneydoğu illerinden Şanlıurfa’da yüzde 2.7, Diyarbakır’da yüzde 1.6, Mardin’de yüzde 1.4, Batman’da yüzde 1.2, Siirt’te yüzde 1.7, Şırnak’ta yüzde 1.1 oy alabilen, Doğu illerinden Erzurum’da yüzde 3, Iğdır’da yüzde 1.7, Ağrı’da yüzde 1.3, Muş’ta yüzde 1.3, Bitlis’te yüzde 2.8, Van’da yüzde 1.5, Hakkari’de yüzde 1.2, Bingöl’de yüzde 1.5 oy alabilen, Güneydoğu’da sadece Gaziantep’te, Doğu Anadolu’da ise sadece Malatya, Tunceli ve Ardahan’da milletvekili çıkarabilen, hani şu İç Anadolu’da Ankara ve Eskişehir dışında dibe vuran, hani şu koskoca Karadeniz’de sadece Zonguldak’la ayakta duran, hani şu İç Ege illeri Balıkesir, Kütahya, Afyon’da eriyip giden, hani şu Marmara’nın Bursa’sında, Kocaeli’sinde, Sakarya’sında yarışa ortak bile olamayan, hani şu Akdeniz’in Mersin’ini, Antalya’sını, Adana’sını bile kaybeden Cumhuriyet Halk Partisi’ne.
Hem de ne açıklama! CHP genel başkanlığına Mustafa Kemal’in askeri olarak aday olmuş. Üstelik de bugüne dek CHP’ye oy vermeyen kitleleri dışlayarak, reddederek, yok sayarak, suçlayarak…
Ne dersiniz? Cumhuriyet Halk Partisi’nin ihtiyacı Türk milliyetçiliği fikriyatını, Atatürk ilke ve inkılaplarını daha aktif savunabilecek bir genel başkanın yokluğu mu? Bugüne dek CHP’ye oy vermeyen kitleler, Atatürk, Atatürk denilince oy mu verecekler? Ne dersiniz Ümit Kocasakal’ın çıkınında, dağarcığında, ufkunda, milliyetçilikten başka bir şey var mı?

Orhan Kılıç

Kaynak: korsangazete.com

http://avrupaforum.org/umit-kocasakalin-cilali-imaji/