Geçtiğimiz günlerde bir insan hakkı (kürtaj hakkı), iç hukukta gereği yapılmadıkça büyük ihtimalle uluslararası insan hakları organları tarafından da tespit edilecek bir insan hakkı ihlaline (Roboski/Uludere'de yaşanan ve sonrasında süreklileştirilen trajediye) karşı siyasal savunmanın "mezesi" haline getirildi.

Sorun, insan haklarının tartışılması değil şüphesiz. Zira tartışmadan zarar gelmez. Tersine, bunlar, "modernleşmeyi" değil ama "moderniteyi" yaşayamadığı  düşünülen Türkiye'nin önüne gelmesi kaçınılmaz konulardır. Hatta iktidar partisinin (ya da başbakanın mı demeli bilmiyorum) son açıklamalarıyla beraber ABD'li muhafazakarların  "evrim teorisine düşmanlık" (bkz. eğitimde evrim teorisinin tasfiyesi), "homoseksüel karşıtlığı" (bkz. anakronik "eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilmeli" söylemi ), "idam destekçiliği" (bkz. idam cezası geri gelsin tartışması) şeklinde süregelen populist propoganda zincirinin son halkası da tamamlanmış bulunuyor. İki partili siyasi hayat ve başkanlık sistemi tartışmaları gölgesinde "küçük Amerika" olmanın felsefi izdüşümleri de gerçekleşiyor. Hayırlı uğurlu olsun.

Gerçi hemen kaydedilmelidir ki muhafazakâr bir partinin veya başka bir ifadeyle uluslararası (neo) muhafazakâr akımın Türkiye'deki fraksiyonu olan bir siyasi iradenin, bu tarz söylemler içinde olmasına şaşırılacak veya kızacak bir şey olamaz. Hatta bunun yerine, bu zamana kadar konunun neden gündeme getirilmediğine şaşırılabilir ve bunun 10 yıllık iktidar döneminden sonra ilk kez Roboski/Uludere olayı bağlamında ortaya atılması sorgulanabilir. Ayrıca siyaseten, bu konuya ilişkin kısa vadeli iki çıkarım yapılabilir;

Bir: Anılan söylemler, "sosyalist-stalinci" otoriter gömleği çıkartıp, "muhafazakar-orbancı" otoriterizm gömleğini giyen Macaristan'da yeni anayasa öncesi söylemler ile birebir örtüşmektedir. (2012 Anayasasına damgasını vuran homofobi, kürtaj karşıtlığı, yüksek yargının yeniden şekillendirilmesi, anayasanın başlangıcına Tanrı'nın isminin yazılması vb.  konularındaki paralellik rastlantı olmasa gerek) Bu açıdan yeni anayasa arifesinde, nereye doğru yelken açıldığı konusunda iktidar partisi gemisinde "kara görüldü" denilebilecek aşamadayız.

İki: Bahsi geçen konular, liberalizm ile muhafazakârlık arasında bir türlü uzlaştırılamaz zayıf halkalardır ve bu vesileyle Türkiye'nin yeni düşünsel modasına uyup "liberal geçinenlerinin" , iktidar partisinin bu tutumu karşısındaki aldıkları ve alacakları pozisyon, onların ilkesel bir ideolojik duruş içinde mi oldukları yoksa sıklıkla suçlandıkları gibi "günübirlik bir iktidar yardakçılığı" mı yaptıkları konularında belirleyici bir parametre olacaktır. Yani,  liberal dünyada, ataların deyişiyle bir kez daha ak koyun ve kara koyun belli olacak. Kaydedilsin.

Kürtaj, çocuk öldürme midir? ABD'den bir yanıt

Aslında süregelen tartışma, siyasal olduğu kadar, hukuki de bir tartışmadır. Uluslararası hukukta bu konu üzerinde yaygın biçimde kalem oynatılması, batı dünyasında cinsel devrimin gerçekleştiği 70'li yıllara tekabül eder. (Türkiye'de bu tartışmanın o dönemde gündeme gelmemiş olması Türkiye'de cinsel devrimin gerçekleşmemiş olmasıdır kuşkusuz. Bunun sebepleri ise ayrı bir yazının konusu)

İlginçtir, 70'li yıllara kulak kabartıldığında; başbakanın "çocuk öldürme" olarak tarif ettiği kürtajın, gerçekten de bu anlama gelip gelmediği sorusuna, tam da ABD'den bir yanıt duyulur.

ABD Yüksek Mahkemesi, meşhur Roe v. Wade isimli kararında ceninin, anneden ayrı yaşayabilme kabiliyetine sahip olmadıkça, "çocuk" veya "insan" olarak ifade edilemeyeceği, dolayısıyla bu yöndeki eylemlerin "öldürme" olarak ifade edilmekten çok, kadının kendi bedeni üzerindeki tasarrufu olarak kabul edilmesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır.  Ceninin anneden ayrı olarak yaşayabilme kabiliyetine sahip olduğu andan itibaren kürtaj yasaklanabilir, ancak anılan aşamadan önce bu, anayasaya uygun bir haktır. (Bkz. özel hayatın gizliliği)

Zaten kürtaj hakkı savunucuları da belli bir aşamadan sonraki kürtajı savunmamaktadır. O halde kürtaj, iddia edilenin aksine "çocuk" öldürmek değildir.

Uluslararası hukuk ne diyor?

Uluslararası hukukta da yaygın eğilim, doğmamış organizma henüz "insan" olarak görülmemesi yönündedir. Örneğin daha en başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin bütün insanların özgürlük, onur ve haklar bakımından eşit olma güvencesini "doğuma" bağlamış olması dikkati çekmektedir.

Öte yandan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nin (İHAS) yaşam hakkı başlıklı 2'inci maddesindeki "herkes yaşam hakkına sahiptir" şeklindeki düzenlemeyi yorumlayan Strazburg Mahkemesi'nin, "ceninin", maddedeki  "herkes" kavramının içinde olmadığı yönündeki tespiti kayda değerdir. (Bkz. Paton v. Birleşik Krallık davası)

Bununla beraber kürtaj karşıtlarının sıklıkla başvurduğu İnsan Hakları Amerikalılararası Sözleşmesi'nin 4'üncü maddesindeki "herkes, genel olarak, gebelikten itibaren yaşam hakkında sahiptir" ifadesi bile, bu Sözleşme'yi yorumlayan organ tarafından, cenine yaşam hakkı tanındığı ve kürtajın yasaklandığı anlamına gelmediği şeklinde yorumlanmıştır. (Bkz. Baby Boy davası)

Paralel eğilim Birleşmiş Millerler metinlerinde de bulunmaktadır. Bu metinlere ve bunları yorumlayan Komite yorumlarına bakıldığında genel eğilimin, kürtaj hakkının yasaklanması veya makul sınırların ötesinde sınırlandırılması durumunda bunun hamile kadınların yaşam ve sağlık hakkını tehlikeye atmak anlamına geleceği şeklindedir.

Örneğin Türkiye'nin de tarafı olduğu Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi'ni yorumlayan İnsan Hakları Komitesi'nin 28 no'lu Genel Yorumu'nda, Sözleşme'ye taraf devletlerin istenmeyen gebeliği önlemek için kadınlara yardımcı olma ve onları hayatlarını tehlikeye atan gizli kürtaj uygulamalarına katlanmak zorunda bırakılmamalarını sağlama ödevi olduğu açıklanmıştır. Buna aykırı bir tutum, (kadının) yaşam hakkı ile insanlık dışı muamele yasağının ihlali olacaktır.

Komite ayrıca, devletlerin kürtaj hakkını kadının yaşam hakkını tehlikeye sokmayacak bir temelde gerçekleştirilmesini sağlama ödevi olduğunu, kürtaj uygulamalarındaki sınırlandırmaların ve yasaklamaların, sağlıksız koşullara yol açabileceği ve yaşam hakkının güvenceleri ile çelişeceğini ifade etmiştir. Bu bakımdan taraf bir devlet olarak Türkiye'nin de istenmeyen gebelik halini ve güvencesiz kürtajı önleme ödevi vardır. Bu ise yasaklama ile değil, bunun bir hak olarak tanınıp sınırları ve koşullarının belirlenmesi ile gerçekleşir.

Nitekim Türkiye'nin taraf olduğu Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi metinleri yorumlayan komiteler de konuya aynı temelden yaklaşmış ve özetle sosyal fenomen olan kürtajın yasaklanmasının, istenmeyen gebelik sorununa ilişkin taraf devletlerin programlı bir çözüm üretme ödevi ile çeliştiği, dahası bu kayıtlamaların kişileri sağlıksız ve devlet gözetimi dışındaki koşullarda kürtaj uygulamalarına iteceği çıkarımını yapmışlardır.

1982 Anayasasının başlangıcında sayılan değerlere "doğuştan" sahip olunması yönündeki kayıt, kişi dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı (md.17), özel hayatın gizliliği (md. 20), sağlık hakkı (md. 56)  maddeleri de bu yorumlar ışığında kürtaj hakkının anayasal güvencelerini oluşturmaktadır.

Aslında örnekler çoğaltılabilir. Zira bu konu insan hakları hukukunun en çetrefilli sorunlarından birisidir. Hatta kürtaj hakkı savunucularının cenini -insan olmamakla beraber- sadece bir eşya olarak da nitelemedikleri, konunun özellikle biyo-etik açısından farklı bağlamlar taşıdığı unutulmamalıdır. Ancak baştaki noktaya dönersek,  bu tartışmaların sağlıklı bir temelde sürebilmesi, öfke, hamaset ve hesaplaşma atmosferinde ve günlük siyasal hesaplar temelinde yürütülmemesine bağlıdır.  Nihayetinde mesele küresel bir insan hakları konusudur. Bu yanıyla da"askeri vesayet" tartışmalarının ezberlerine ve hesaplaşmacı jargonuna hiç mi hiç müsait değildir.

 

* Tolga Şirin, Anayasa hukukçusu, Köln Üniversitesi'nde misafir araştırmacı