IMMANUEL WALLERSTEİN

Bernie Sanders ABD Demokratik Parti’sinin başkan adayı olmak istediğini açıkladığında onu pek az kişi ciddiye almıştı. Hillary Clinton’ın arkasında ise çok daha fazla destek vardı ve onun adaylığı külfetsizce sağlama alınmış gibi görünüyordu.

Fakat Sanders neredeyse ütopik arayışında ısrarcıydı. Birçok gözlemciyi şaşırtarak, ülkenin dört bir yanındaki halkla buluşmalarına katılan izleyici kitlesi istikrarlı bir artış göstermeye başladı. Temel taktiği büyük şirketlerin üzerine gitmekti. Sanders, bu şirketlerin paralarını siyasi kararları kontrol etmek ve yüksek gelirli zenginler ile büyük bir çoğunluğu reel gelirlerini ve iş imkanlarını kaybeden Amerikan vatandaşları arasında gittikçe büyüyen gelir farkı hakkındaki tartışmayı susturmak için kullandıklarını söylüyordu. Duruşunu vurgulamak için, Sanders, nüfuzlu bağışçılardan para almayı reddetti ve kampanyasının gelirini tamamen küçük miktarlar bağışlayan bireysel bağışçılardan karşıladı. Bu yolla Sanders insanların içindeki derin, ortak bir sıkıntıya dokundu; sadece gelir merdiveninin en altındakilere değil, aynı zamanda gittikçe alt tabakaya itildiklerinden korkan sözde orta sınıfa da. Bugünlerde yapılan anketlere göre, Sanders, Clinton’ın karşısına ciddi bir rakip olarak çıkacak biçimde elle tutulur bir destek kazanmış bulunmakta.

Sanders’ın da kendince kısıtlı kaldığı yönleri var, özellikle farklı ırklardan ve etnik azınlıklara karşı cazibesi sınırlı görünüyor. Fakat gelir uçurumu hakkında kamusal bir tartışmayı zorlamakta başarılı oldu. Clinton’ın konuşmalarını da potansiyel Sanders oylarını geri kazanma yolunda sola doğru itti. Demokratik Parti’nin toplu kararının sonu ne olursa olsun, Sanders birçok kişinin kampanyasından beklediğinden çok daha fazlasını başardı. Hiç değilse, Demokrat Parti içerisindeki programla ilgili ciddi bir tartışma yapılmasını sağladı.

2016 yılının ocak ayında, Fransa’da da buna paralel bir kampanya başlamış gibi görünüyor. Fransa’daki kampanya, Sanders’ın yaptıklarına birçok yönden benzer, fakat iki ülkenin seçim sistemi farklılıklarından dolayı bir o kadar da farklı.

Üç solcu aydın bir sol önseçim (primaire à gauche) için kamuoyuna bir çağrı yapmaya karar verdiler. Bu kişiler çevreci gruplarda uzun süre bir politik aktivist olarak yer almış Yannick Jadot; 1968 olaylarının meşhur simalarından olan fakat uzun süredir çevreci, sol sosyalist ve Avrupa yanlısı kuvvetleri bir araya getirmeye uğraşan Daniel Cohn-Bendit ve Sosyalist Parti’deki sol figürlere danışmanlık yapmış bir sosyolog olan Michel Wieviorka.

Bu üç aydın, Fransız politikasındaki sağcı eğilim karşısındaki pasifliği kınayan, içine elbette Ulusal Cephe partisinin seçimle ilgili gücünün gittikçe arttığı gerçeğini de kattıkları bir kamusal çağrı kaleme aldılar. Metinde, sol ve merkez sol güçleri 2017’de yapılması beklenen başkanlık seçimlerini etkileyecek bir biçimde nasıl bir araya getirilebileceğinin tartışılacağı ciddi bir kamusal müzakere çağrısı yaptılar. Bu kamusal çağrıyı hazırlamadan önce fikir sahipleri farklı siyasi kesimlerden tanınmış aydınların desteğini ve onayını da aradılar, Thomas Piketty ve Pierre Rosanvallon da bu kişilere dahildi. Ve Libération’u, Fransa’nın en büyük merkez sol gazetesini, 11 Ocak 2016’da tüm bir sayısını bu çağrıya ve bu çağrıya verilen desteklere ayırması için ikna ettiler.

İki hafta sonra, 26 Ocak’ta Libération bu çağrıya ikinci bir sayı daha ayırdı. O zamana kadar, çağrıyı 70.000 kişi imzalamıştı. Bu sayı birçok tanınmış kişi tarafından hangi sorunların ele alınmasının öncelikli olduğuna ve bu sorunların nasıl en uygun biçimde ele alınabileceğine dair yazılar içeriyordu. Tartışmanın büyük kısmı önseçimin işlevinin ne olduğu konusuna odaklanıyordu. Önseçim tamamen ABD’den ithal edilmiş bir kavramdır ve 2002’deki Fransa başkanlık seçimlerindeki beklenmedik sonuçlara verilmiş bir cevaptır.

Şu anda Fransa başkanlık seçimlerini düzenleyen yasalara göre, adaylardan biri oyların büyük bir çoğunluğunu almadığı sürece, oy pusulasında sadece önseçimlerde en yüksek oyu almış olan iki adayın bulunduğu ikinci tura geçiliyor. Beklentiler, ilk turun, bütün siyasi eğilimlerin güçlü yanlarını gösterebilecekleri bir çeşit önseçim olacağı yönündeydi. İkinci turda ise iki büyük partinin (merkez sağ ve merkez sol) seçmenlerin oyuna sunulacağı beklenmişti.

Fakat 2002’de aşırı sağcı parti Ulusal Cephe, Sosyalist Parti’yi kıl payı farkla yendi. Seçmenlerin oyuna sunulanlar artık Ulusal Cephe ve anaakım merkez sağ parti idi. Sosyalist Parti’nın bu sonuca verdiği cevap, merkez sağın adayını, büyük bir farkla kazanmasına yol açacak biçimde ikinci turda desteklemek oldu. Olan biten çok açıktı. Solun ve merkez solun adayları ilk turda büyük çoğunluktaydılar ve bu da Sosyalist Parti’yi ikinci tura gitmesini sağlayacak oylardan mahrum bırakmıştı.

2002 seçimlerinin Fransız solu üzerindeki etkisi sarsıcı olmuştu. Eski sistem ortada iki büyük partinin olduğu bir düzene göre tasarlanmıştı. Üç partili bir sistemde işe yaramıyordu. Bu yenilginin tekrar yaşanmaması için 2011’de Sosyalist Parti, parti içerisinde “herkese açık” bir önseçim kararı aldı. Önseçim, hepsi olmasa da, çoğu solcu adayı, artık kendilerini Sosyalist Parti önseçimlerinde ortaya koyabileceklerinden, doğrudan seçimlerin ilk ayağında temsil etmekten alıkoymuştu. Önseçimin herkese açık olması da birçok merkezi seçmenin bu oylamaya dahil olmasına yol açtı. Bu da François Hollande’ın Sosyalist Parti’nin önseçimlerde daha solcu bir adaya karşı galip gelmesini mümkün kıldı. Hollande seçimlerde ilerleyerek ikinci turda da sağcı adayı, Başkan Nicolas Sarkozy’yi, yenilgiye uğrattı.

Fakat şimdi Hollande başkan olduğuna göre, en son isteyeceği şey, kaybetme ihtimalinin olduğu bir önseçim. Diğer yandan, Hollande gittikçe daha çok sol figürün emekliye ayrılması ya da kabinedeki pozisyonlarını kaybetmeleriyle birlikte Sosyalist Parti içerisinde de parça parça güç kaybediyor. Seçimlerin ilk ayağına çok fazla sol ismin girmesi gibi bir tehlikeyle karşı karşıya ki bu da 2002’de yaşananların tekrarlanmasına yol açabilir. Aynı zamanda, Sarkozy de kendi partisi içinde önseçim yapılması konusunda güçlü bir baskıyla karşı karşıya ki böyle bir önseçimi kazanabileceği konusunda da kendisinden pek emin değil. İki büyük partinin de sorunu, kendi içlerinde birçok gerçek sorun hakkında fikir ayrılığına düşmüş olmaları. Sosyalist ve sol güçler açısından bu ayrılık, neoliberal devleti ile “refah devleti” programlar arasındadır. Laïcité (laiklik) kavramının nasıl tanımlanacağı konusunda da –sözlük anlamıyla mı, yoksa kültürel kimliğe izin vererek mi– ayrılıklar var. Avrupai yapıları güçlendirmek ya da zayıflatmak konusunda ayrılıklar var. Son olarak, ortada, son zamanlarda alevlenmiş olan, doğuştan Fransız vatandaşı olan yurttaşların herhangi bir şekilde teröre yardım olarak tanımlanabilecek suçlardan hüküm giymeleri halinde Fransız uyruğundan çıkartılmalarını öne süren déchéance de nationalité meselesi var. Bu, daha önce sağ tarafından ortaya atılmış bir teklifti ve Sosyalist Parti tarafından bu fikre şiddetle karşı çıkılmıştı. Parti içinde IŞİD tarafından 13 Kasım’da gerçekleştirilen korkunç saldırıya cevap olarak bu karar hakkındaki tutumun değişmesiyle ilgili büyük bir huzursuzluk var.

Hollande şu anda bütün bu konular hakkında muhafazakar bir tutum sergileyen aday olarak ortaya çıkıyor. Teröre karşı savaşan ve bu nedenle de merkez sol ya da merkez sağı destekleyen bireylerin de desteğini hak eden bir aday olarak kazanmayı umut ediyor. İşte yazılan çağrıyla sol güçlerinin kamuya açık bir müzakereye zorlanmaya çalıştıkları Hollande, bu Hollande. Sanders ile olan paralellik şu ki, Fransız grup Sanders’ın davasını ortaya koymak için kullandığı aynı yaygın hoşnutsuzluktan istifade ediyor olabilir. Fark ise, Fransız grup halihazırda iktidarda olan ve parti üyelerini belirli bir disipline zorlamak için elinden gelen tüm baskıyı kullanmaya hazır bir başkanla savaşıyor. Bir ihtimal, bugünden altı ay kadar sonra Fransız grubun Sanders kadar başarılı olup olamayacağını göreceğiz.

[iwallerstein.com’daki İngilizce orijinalinden G.Canpolat tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Kaynak: Birgun.net