Av. İSMAİL ALTAY İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi

Körlerin, fili, tuttuğu uzvuna göre tarif etmesi gibi, iktidar da demokrasiyi bütünü görmezden gelerek tarif ediyor. 31 Mayıs tarihinden bu yana, iktidarın amentüsü, “demokrasi sandıktır” oldu. Oysa ne demokrasi sadece sandıktır, ne modern devletin temeli sadece demokrasidir. Demokrasi aşamasına gelene kadar önce “kuvvetler ayrılığı” ve “hukuk devleti” prensipleri hayata geçirilmesi gerekir ki, devletin asli görevlerinin başında gelen “hukuk güvenliği” sağlansın ve “demokrasi” aşamasına merdiven dayansın.

‘Kuvvetler ayrılığı’

Cumhuriyet devrimi yapıldı yapılalı, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine hiç bu kadar tecavüz edilmedi. Özellikle de ikinci 12 Eylül sürecinden sonra tüm yetkiler tek elde toplandı, yargı erki HSYK’den başlayıp yerel mahkemelere kadar yönlendirilebilir hale geldi. Hatta iktidar, TCK’nin 277’ye muhalefet etmekten çekinmeksizin, alenen yargı görevini etkilemeye yönelik açıklamalar yapmayı, talimat vermeyi adet haline getirdi. Başbakan -Ergenekon davasını kastederek- “Bu davanın savcısıyım” diyebilmekte; vali, mübaşirin görevini üstlenerek duruşmaya giriş çıkışı kontrol etmeye kalkmakta; kime ne ceza verilmesi gerektiğini hükümet üyeleri -uysa da uymasa da- beyan ederek toplumu germeye devam etmekte.
Kuvvetler ayrılığının temelinde, kuvvetlerin birbirine denk olması ve birbirini denetleyebilmesi gelmektedir. Geldiğimiz noktada, denetim müessesesi tamamen devre dışı bırakıldı. Yargı, yürütmeyi denetleyememekte;
“Türk milleti adına” karar veren bağımsız mahkemeler de aleni celselerde milletin vicdanında denetlenememektedir. “Gün ışığı”nda yargılamanın yapılamaması, yargılamanın temel şartlarından birini yok ederek, hukuka güveni sarsmaktadır. Hukuka ve vicdanına göre karar verecek hâkimlerin, ne şartlarda karar verdiği gözlerden kaçırılarak yargı karartılmıştır.
Darbecilikle suçlanan 27 Mayıs davalarının duruşmaları bile radyodan naklen yayımlanırken teknolojik gelişmelere ve her celsenin kayda alınmasına rağmen neden bu görüntüleri halkın izlemesine imkân verilmiyor? Silivri duruşmalarına tanık olan bir avuç hukukçunun gördükleri, savunmaya yapılan muamelenin boyutları bilinsin istenmiyor. Yandaş medya böylece okuyucularını gerektiği yönde bilgilendirirken bir muhakeme yapıldığı iddia ediliyor. Oysa ki savunmanın susturulduğu ortama muhakeme değil, bir düşüncenin ceza olarak dikte edilmesi denir.
5 Ağustos’ta, 23 iddianameli torba davanın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan yargılaması, hukuki bir temel olmaksızın aleniyet ilkesine aykırı olarak halkın tanıklığına, duruşma salonunun pencereleri gün ışığına kapatıldı. Üstüne üstlük İstanbul valisinin yaptığı açıklamayla, Türkiye’nin dört bir yanında otobüslerin yolları kesildi, sürücülerine cezalar verildi, halkın Silivri’ye ulaşması engellendi. Duruşmanın aleniliği, yürütme-yargı işbirliği ile ortadan kaldırıldı.
Sanıkların yakınları dahi salona alınmadı. Salonun izleyici bölümünde CHP milletvekilleri ve gazeteciler; avukatlara ayrılan bölümde ise TBB, İstanbul Barosu ve Ankara Barosu’nun başkan ve yönetim kurulu üyeleri ile Muğla, Denizli, Tekirdağ Baro başkanları duruşmaya gözlemci olarak katıldı.

Avukatlara söz verilmedi

Sanıklar salona getirildiğinde, gelebilen izleyicilere teşekkür ederken sanıklar rehin alındıklarının bilincinde olduklarını dile getiriyor, bir kişi de milletvekillerine “anayasa görüşmelerinde bizi pazarlık konusu yapmayın” diye sesleniyordu.
“Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” derler. İstanbul Barosu adına gözlemci olarak katıldığımız duruşmalarda, avukatlara söz verilmemesi, savunma yapılmasına engel olunması, mahkemece bazı delillerin incelenmemekte direnilmesi, dosyaya gelen evrakların bir kısmının savunmaya verilmemesi, gizli tanık sorgulamalarındaki ilginç yöntemler, avukatlar ile müvekkillerinin temasının kesilmesi, salonun her an gizli kamera ve mikrofonlarla dinlenmesi ve kayda alınarak savunmanın baskı altına alınması, avukatların duruşmalardan çıkarılması, avukatlara görevlerini yaptıkları ve yasanın uygulanmasını istedikleri için davalar açılması, robokopların duruşma salonunda avukatlara saldırması, avukatların görevlerini yapmak için direnmeleri, sanıklardan birinin robokop saldırısı sırasında “Avukatlar bizi savunun!” diye çığlık atması, bir avukatın Danıştay saldırısı faillerinden birinin nasıl suç işlediğini baz istasyonlarındaki kayıtlarla ispatlaması üzerine, gizli tanık olarak da dinlenen ve yaptığı tanıklıkla Danıştay saldırısı ile bu davayı ilişkilendirerek davanın seyrini değiştiren bu sanığın “Hepinizin kanını içeceğim” diye bağırarak tehdit etmesini mahkeme başkanının duymazdan gelmesi (bu tehdit avukatların tüm müdahalelerine karşın tutanaklara dahi geçirilmedi ve sanık beraat ettirildi), savcıların birçok sanık için “sanık lehine de delil toplama” görevlerinin olduğunu unutmaları bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçti. Burada “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin uygulanmaması ve “adil yargılama ilkesi”nin bilinmemesi şaşılacak bir şey değil. Burada, “ön yargı” yargıya hâkimdi.
5 Ağustos günü, adeta
“peşin hüküm”, “hüküm” haline getirildi. İşte bu nedenle, yargı ve yürütme işbirliği içinde, CMK’nin 182. maddesine aykırı olarak, duruşmaların aleniliği prensibini ihlal etmekten çekinmedi; “Türk milleti adına” karar veren hâkimler, millet ile göz göze gelmekten çekindi.
5 Ağustos günü, Silivri’ye güneş doğmadı.

Cumhuriyet