Site yöneticimiz Yeşim Turan TBB Başkanı Ahsen Coşar ile uzun bir söyleşi yaptı. Söyleşinin tamamını, noktasına, virgülüne dokunmadan yayınlayacağız.

Biz Türkiye Barolar Birliği’ni ve baroları Türkiye’nin saygın, güvenilir kuruluşları olarak görüyoruz.  Avukat yargının üç saç ayağından biri, yani olmazsa olmazıdır. Avukatların ve yargının güvenirliği oldukça iç içedir.

Barolar adaletten yanadır.  Baro başkan ve yöneticilerinin elbette siyasi düşünceleri, siyasi tutumları vardır ve olmalıdır, ancak baroların asli görevi adaletin tecellisine katkı vermektir.

Yarın, 24 Ocak Perşembe günü Yeşim Turan’ın TBB başkanı Ahsen Coşar ile yaptığı söyleşiyi yayınlayacağız. Bu söyleşiyi diğer başkan adaylarının söyleşileri takip edecek..  adaletbiz Türkiye Barolar Birliği seçimlerindeki demokratik  yarışta taraf değildir.. adaletbiz hak ve adaletten yana taraftır.

Yeşim Turan TBB başkanı Ahsen Coşar’a 22 soru yöneltti, başkanın cevabı 10 word dosyası büyüklüğünde...

Başkanın cevaplarından çok kısa bir bölümü aşağıda yayınlıyoruz.

Adaletbiz/Yeşim TURAN:  Ergenekon, Balyoz, KCK gibi büyük davalarda adil yargılanma hakkının hiçe sayıldığı, savunmanın işlevsiz bırakıldığı iddiaları vardır, bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

 

Dünyanın en onurlu ve fakat en zor mesleklerinden birisi avukatlık mesleğidir. Bu zorluk, avukatların, avukatlık mesleğinin statüko ile sorunu olmasından kaynaklanır. Onun için dünyanın hemen her tarafında avukatlar siyasal iktidarlar tarafından sevilmezler. Bu zorluk, bizim gibi hukuka aidiyet bilincinin yeteri kadar gelişmediği toplumlarda daha da ağır koşulları beraberinde getirir. Yine bu zorluk, savunmanın yargılama faaliyetinin asli unsuru olduğunun, yargılama faaliyetini demokratikleştiren ve meşrulaştıran unsurun savunma olduğunun bilincinde olmayan, buna göre eğitilmeyen, yetiştirilmeyen, kendilerini bu yönde geliştirmeyen, insanı değil, insan haklarını değil, devletin menfaatlerini korumayı adalet sayan kimi hakim, savcı ve kolluk güçlerinin olduğu ülkelerde, avukatlık mesleğinin icrasını daha da zorlaştırır, ağırlaştırır. Nitekim ülkemizde de durum böyledir, bu bağlamda bugün ülkemizde hemen her zeminde, ister hukuk, ister ise ceza davası olsun avukatlık mesleğinin icrası son derece zordur ve giderek daha da zorlaşmaktadır. Bu davalardan kamuoyunda “Balyoz” olarak bilinen davayı gören mahkemece savunma görevini yapmakta olan avukat meslektaşlarımız, mahkemenin uyguladığı usulü eleştirdikleri, eksik kalan delillerin toplanmasını istedikleri, yani mesleklerini icra ettikleri, etmek istedikleri için duruşma disiplinini bozdukları gerekçesi ile duruşma salonundan çıkartılmışlardır. Davanın yargılama sürecinde mahkemenin verdiği ara kararları sanık haklarına ve adil yargılanma hakkına aykırı olduğu savıyla tartışma yaratmıştır. Bu çerçevede işaret etmek gerekir ki, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 206. ve 216. maddeleri ile getirilen düzenlemeler “sanığın sorguya çekilmesinden sonra delillerin ortaya konulmasına başlanılmasını” ve yine “ortaya konulan delillerle ilgili tartışmada söz, sırasıyla katılana veya vekiline, Cumhuriyet savcısına, sanığa ve müdafiine verilir, savcının savunmanın açıklamalarına, savunmanın da savcının açıklamalarına cevap vermesini” öngörmektedir. Mahkemenin usulün emredici nitelikte olan bu hükümlerini uygulamamış olması, bizce de “adil yargılanma” ilkesine, “hak arama özgürlüğüne” ve mahkemelerin yerleşik uygulamalarına aykırıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. maddesinin 3/a-b maddesi hükmüne göre her sanık ve elbette sanık müdafii; “kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda ve ayrıntılı biçimde bilgili kılınmak, savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklarla sahip” olmak hakkına sahiptir. Ne var ki uygulama çoğu zaman bu şekilde olmamaktadır. Şöyle ki iddia ve savunma makamlarının gerek sahip oldukları fiziksel koşullar, gerekse yargılama sürecindeki işlevleri itibariyle eşit olmaları gerekir. “Silahların eşitliği” olarak ifade edilen bu ilke, Türkiye’de, sadece duruşma salonlarındaki avukat-savcı yerleşmesiyle, duruşma sırasında ve arasında hâkim savcı yakınlığı ve işbirliği ile ihlal edilmemekte, bunun dışında dosyaya ve delillere erişim konusunda da avukatların aleyhlerine olacak biçimde işletilmektedir. Oysaki silahların eşitliği ilkesi savcının delillere eriştiği anda savunmanın da delillere erişmesini emreder. Türkiye uygulamasında avukat, dosyaya ve delillere bırakın soruşturma aşamasını, kimi davalarda kovuşturma aşamasında dahi erişmekte güçlük çekmekte ve hatta tam anlamıyla erişememektedir. Aynı şekilde ülkemizin de taraf olduğu Avukatların İşlevlerine İlişkin Temel İlkeler/Havana Kuralları’nın 16/a-c maddesi hükmüne göre, gerek hükümetler, gerekse yargı organları ile diğer kamu kurum ve kuruluşları avukatların; “hiçbir baskı, engelleme, taciz veya yolsuz müdahaleyle karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyeti yerine getirmelerini, kabul görmüş meslek ahlak kurallarına, görevlerine, standartlarına uygun faaliyette bulundukları için kovuşturma veya idari, ekonomik veya başka bir yaptırımla sıkıntı çekmemelerini ve tehditle karşılaşmamalarını sağlamakla yükümlüdürler. ” Yine Havana Kuralları’nın 22. maddesi hükmüne göre yargı organları ve hükümetler; “avukatlar ile müvekkilleri arasında mesleki ilişkiler kapsamındaki bütün haberleşme ve görüşmelerin gizli olduğunu kabul etmek ve buna saygı göstermek” zorundadırlar. Hal böyle iken KCK, Balyoz, Ergenekon olarak bilinen davaların yargılamasının yapıldığı duruşma salonunda sanık avukatlarının oturdukları bölüme “tavandan aşağıya doğru sarkıtılmış, dört/beş metre uzunluğunda, ucunda ses ve görüntü alma cihazlarının bulunduğu kablolar yerleştirilmiş”, yapılan bu uygulamanın ulusal ve uluslararası düzeyde koruma altında olan avukat/müvekkil ilişkisinin gizliliği ilkesine, adil yargılanma hakkı ile bu hak kapsamında bulunan savunma hakkına, evrensel nitelikteki savunmanın özgürlüğü, bağımsızlığı, dokunulmazlığı ilkelerine aykırıdır. Yine ODA TV davasının soruşturma aşamasında, soruşturmayı yürüten savcılık tarafından mahkemece verilen genel nitelikteki el koyma kararına dayanılarak hazırlanan ve kolluk güçlerince sanıkların avukatına tebliğ edilen yazıda; “mahkemenin el koyma kararına konu kitaba veya kitabın taslağına, bu kitaba ait dokümanlar ile bunların üçüncü kişilerde bulunan nüshalarına, kitap haline dönüştürülmüş ise buna ait suretlere, içerik olarak aynı mahiyetteki evrak ve tüm nüshalara, ayrıca konu ile ilgili her türlü bilgi ve belgelerin teslim edilmesi” istenilmiş, “teslim edilmediği takdirde ve gerektiğinde arama yoluna gidileceğinin ve yine aksine davranılması durumunda avukatlar hakkında hem CMK’nın 124. maddesi, hem de örgüte yardım suçunu işlemekten dolayı işlem yapılacağı” bildirilmiştir. Sözünü ettiğimiz bu davada mahkemece verilen el koyma kararının yasal dayanağını oluşturan CMK’nın 124. maddesinin son fıkrası “…şüpheli veya sanık ya da tanıklıktan çekinebilecekler hakkında bu hüküm uygulanmaz” hükmünü içermektedir. Yine CMK’nın 46/a maddesine göre meslekleri ve sürekli uğraşıları sebebiyle avukatlar veya stajyerleri veya yardımcıları tanıklıktan çekinme hakkına sahip olup bu hak “sahip oldukları sıfatları dolayısıyla veya yüklendikleri yargı görevi sebebiyle öğrendikleri bilgileri” kapsamaktadır.
Esasen CMK’nın 46 ve 124. maddelerinde düzenlenen ve avukatları da kapsamına alan “tanıklıktan çekinme hakkı”, Avukatlık Kanunu’nun 36. maddesinde düzenlenen “sır saklama yükümlüğü” nün doğal bir parçası ve uzantısıdır. Gerek ulusal hukukumuzda, gerekse taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerde yer alan bu düzenlemeler karşısında, az yukarıdaki bölümde sözünü ettiğimiz davanın soruşturma aşamasında sanıkların ve müdafilerinin muhatap oldukları muamele, bu bağlamda müdafi avukatlarının el koyma kararına konu belgeleri ibraz etmeye zorlanmaları, ibraz etmedikleri takdirde örgüte yardım suçunu işlemekten dolayı haklarında soruşturma açılacağı tehdidine maruz kalmaları ve yine müvekkilleri hakkında yürütülen soruşturmaya konu iddianın ve suçlamanın dayanağı olan belge ve kanıtlara ulaşamamaları nedeniyle müdafilik görevini yapamamaları çok açık biçimde hukuka aykırıdır. Aynı durum KCK olarak bilinen davanın sanığı konumunda olan ve pek çoğu tutuklu bulunan avukatlar için de geçerlidir. Bilindiği üzere bu dava kapsamındaki sanık avukatlara yönelik iddiaların dayanağı Abdullah Öcalan ile yaptıkları avukat/müvekkil görüşmelerine ilişkindir. Bu durum az yukarıda içeriğine işaret ettiğimiz Havana Kuralları’nın 22. maddesi hükmüne aykırıdır. Burada yeri gelmişken savunma mesleğine ve hakkına, avukatlık mesleğinin icrasına açıkça saldırı niteliği taşıyan vahim bir örneğe daha işaret etmek isterim. O da; bir özel yetkili ağır ceza mahkemesinde görevli bir Cumhuriyet savcısının 20.03.2010 tarihinde bir başka yer Cumhuriyet savcılığına yazdığı müzekkerede, sanık avukatın müvekkiliyle yaptığı görüşmelerin ses kayıtlarının gönderilmesini istemesidir.