DAVA DOSYASI 32 YIL SONRA BİR KEZ DAHA KAPANDI... MI?

Yargıtay 1.Ceza Dairesi, üç sanığın katliamdan yargılandığı, Türkiye’nin tek Kontrgerilla davasında, İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 20 Ekim 2008’de verdiği zamanaşımı kararını yerinde bulup onadı. Böylece, Türk hukuk tarihinin en uzun süren davalarından biri olan 16 Mart Davası, 1978 yılında 7 üniversite öğrencisinin bomba atılarak ve silahla taranarak öldürüldüğü, onlarcasının da yaralandığı katliamın 32. yıldönümüne birkaç gün kala Yargıtay’ın verdiği onama kararıyla ikinci kez kapandı.

Ve birilerince öyle sanılıyor ve de umuluyor ki; bu dava artık tamamen kapandı...

Ama yıllardır parmaklarını neredeyse gözlerimizin içine sokarak, pişkince işledikleri cinayet ve katliamlarla, darbelerle icra-i sanat eyleyen (!), her türlü toplumsal ve etnik yarayı kaşıyarak halkları birbirine kırdıran ülkemizi onlarca yıldır, FM/Sahra Talimnamelerinin atış poligonu haline getirenler; emperyalizm ve onun işbirlikçileri; eli kanlı kılıç artıkları ve o ve kanlı kılıcı hâlâ ellerinde tutanlar sevinmesin. Bu Ülke’nin ekmekten, hak ve adaletten yana onurlu yurttaşları da üzülmesin. Çünkü; 16 Mart Davası kapatılamaz.

32 YILLIK YARGILAMA... MA SÜRECİ...

İlk yargılama süreci, olayın hemen ardından İstanbul 1.no.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Ahmet Turan Ören, Murat Kurt, Abdullah Şimşek, Hatice Özen, Abdülhamit Akıl’ı taammüden öldürmekten yargılanan; aralarında sanık olarak Mehmet Gül, Orhan Çakıroğlu, Kazım Ayaydın’ın da bulunduğu 5 ülkücünün delil yetersizliğinden beraat etmesiyle 1984 yılında tamamlanır. İkinci yargılama süreci ise; faili meçhul olarak kapanan dava dosyasını, olayın mağduru ve ölen gençlerin avukat olan arkadaşlarınca dosyanın 1988 yılında yeniden açılmasıyla başlayacaktır... Avukatların yıllar süren ısrarlı çabasıyla, ortaya çıkan yeni tanık ve delillerle, o güne kadar adı hiç duyulmamış yeni sanıklarıyla  1992 yılında bir kez daha İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın önüne taşınacak, 1995 yılında da dava ikinci kez açılacaktır.

Yargılamanın ikinci aşamasında ise yargı açısından çok önemli bir gelişme olacak; ortaya çıkan yeni tanıklar, deliller, müdahil tarafın talepleri ve Mahkeme’nin ara kararlarıyla, dava “adam öldürme davası”ndan “Kontrgerilla Davası”na dönüşecektir.

Ancak, eylemin Kontrgerilla eylemi olma ihtimalini ciddiye alarak sanıklara ek savunma hakkı veren; ardından 12 Eylül öncesi ve sonrasının önemli siyasi cinayet ve katliamlarına ilişkin dava dosyalarının, Susurluk kazası sonrası düzenlenen Meclis ve Başbakanlık teftiş Kurulu raporlarının da celbine karar veren Mahkeme’nin önü bir süre sonra fena halde tıkanacaktır. Ardı ardına aldığı kararlarla davanın yönünü bir anda değiştiren Mahkeme’ye, ısrarlı müzekkerelerine rağmen devlet kurumlarından (verilen kaçamak cevaplarla) bilgi ve belge akışının kesilmesi; özellikle de, Mahkeme’ye delil sundukları için, Adalet Bakanlığı’nın izniyle haklarında soruşturma başlayan müdahil avukatların; yargıya ve savunmaya yapılan baskıları ileri sürerek ve yargının süsü olmayacaklarını da ifade ederek, 1997 yılı Aralık ayında duruşmalardan çekilmesi ile 16 Mart Davası, artık hiçbir ilerlemenin sağlanamadığı, birbirini takip eden rutin duruşmalarla, adeta zamanaşımını beklemeye başlayacaktır.

16 Mart Davası’nın derin bir uykuya yattığı dönem içinde avukatlar davaya iki kez müdahale etmişlerdir. Bunlardan ilki; avukat Cem Alptekin hakkında, MİT belgesini (Lokman Kondakçı ile dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş arasındaki görüşmenin bant çözümünü) delil olarak mahkemeye sunduğu gerekçesiyle son soruşturma kararı veren Beyoğlu 1.Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı’nın 16 Mart Davası’nın görüldüğü Mahkeme’ye başkan atanması üzerinedir. Bu gelişme üzerine avukatlar, tarafsız davranamayacağı gerekçesiyle Mahkeme Başkanı hakkında “reddi hakim” talebinde bulunmuşlar ve başkanın duruşmalardan çekilmesini sağlamışlardır. Avukatların ikinci müdahalesi ise eski Hasan Fehmi Güneş’in Mahkeme’de tanık olarak dinlenmesi amacıyla yapılmıştır. Güneş, önce talimatla Ankara’da dinlenmiş; burada kaçamak cevaplar vermesi nedeniyle, esas mahkemesinde bir kez daha dinlenmiştir. Ancak her nedense, Güneş yargıyla işbirliği hususunda çok isteksiz; müdahil avukatlara karşı da çok agresiftir. Duruşmada, avukatların her sorusuna tepkili, küçümseyen ifadelerle karşılık vermekte, ancak esasa ilişkin hiçbir şey söylememektedir. (12 Eylül süreci ve anılan suç örgütüyle ilgili çok şey bilen; üstelik bakanlığı sırasında, çok önemli istihbari bilgiler topladığı halde bunları da yargıya taşıma gereği duymayan Güneş’in bu tavrı, 16 Mart Davası’ndaki zoraki tanıklığı, siyasi sıfat ve kimliği ile birlikte  düşünüldüğünde oldukça şaşırtıcı ve manidardır.) 

Nihayet, 16 Mart davasında beklenen karar 20 Ekim 2008’de (Ergenekon davasının başladığı günde) verilir:  Mahkeme, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 102/4 ve 104/2. maddeleri uyarınca, üzerinden 30 yıl geçen 16 Mart Davasının zaman aşımı nedeniyle ortadan kaldırılmasına karar vermiştir. Kararda; sanıklara verilen ek savunmadan, delil olarak toplanan onca siyasi cinayet ve katliam dosyasından ve Kontrgerilla iddialarından hiç söz edilmemektedir. Yalnızca, zamanaşımı gerekçesiyle kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar verilmiştir. Müdahil avukatların temyizi üzerine de;  Yargıtay 1.Ceza Dairesi, İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, zamanaşımı kararını, avukatların temyiz itirazlarını hiç cevaplamadan ve başkaca bir gerekçe de ortaya koymadan, yerinde bulup onamıştır.

Türk hukuk tarihinin en uzun davalarından biri olarak hafızalara kazınan 16 Mart  Davası; ilk olarak (olaydan kısa bir süre sonra) 1978’de açılmış, Yargıtay aşamaları ile birlikte 7 yıl süren ilk yargılama sonucunda tüm sanıkların delil yetersizliğinden beraati ile, dava dosyası tozlu raflarda unutulmaya terkedilmiştir. Ancak; 1988 yılında dosyayı yeniden açan avukatların 1992 yılında,  topladıkları kanıtlar ve yaptıkları suç duyurusu ile 1995 yılında dava yeniden açılır. Üç sanığın taammüden adam öldürmekten yargılandığı dava da yargı ve müdahil avukatlar üzerindeki baskı ve çeşitli engellemeler nedeniyle yargılama uzadıkça uzar ve nihayet; Yargıtay 1.Ceza Dairesi’nin, Yerel Mahkeme’nin kararını onaması ile (şimdilik) zamanaşımına kurban gider.

İFADESİ BİLE ALINAMADAN DAVADAN KURTULDU

Davada 7 kişiyi öldürmenin yanı sıra 41 kişiyi öldürmek amacıyla yaraladıkları  öne sürülen sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyordu. İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği 2008/291 no’lu karar ile bu ceza talebi zamanaşımı nedeniyle dikkate alınmadı. Kararda şöyle denildi:

“Davanın açıldığı günden bu yana sanık Mustafa Doğan’ın bulunup yakalanması ve savunmasının alınması mümkün olmamıştır. Sanık Latif Aktı, talimat yolu ile alınan savunmasında, suç tarihinde İstanbul’da olmadığını, yanlışlıkla Zülküf İsot’u öldürmesi nedeniyle İsot’un ailesi tarafından intikam amacıyla kendisine iftira edildiğini;

Sanık Özgün Koç, mahkememizce alınan savunmasında, olaydan sonra polise gittiğini ve ifade verdiğini, ifadelerden sonra serbest bırakıldığını, okullar kapandığı için memleketine gittiğini, olayla bir ilgisinin olmadığını belirtmiştir.

Suç tarihi olan 16 Mart 1978 tarihinden bu yana 30 yıllık asli ve munzam dava zamanaşımı  süresi dolduğundan sanıklar hakkındaki kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar verilmiştir.” 

Davanın müdahil avukatları  bu kararı Yargıtay’da temyiz etti.

Yargıtay 1. Dairesi ise verdiği kararda, Yerel Mahkeme’nin kararını temyiz eden avukatların itirazlarını “vesaireye yönelen” itirazlar olarak nitelendirdi. Yargıtay Kararında aynen şöyle denildi:

“İncelenen dosyaya göre mahkemenin verdiği hükümlerde isabetsizlik görülmemiş olduğundan, katılanlar vekillerinin zamanaşımı süresinin dolmadığına, sanıkların cezalandırılmaları gerektiğine, lehe yasa uygulamasında hata edildiğine, vesaireye yönelen ve yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle hükümlerinin tebliğnamedeki düşünce gibi onanmasına oybirliği ile karar verildi.” 

Böylece; dava süresince gıyabi tutuklu olarak kırmızı bültenle aranan; Azerbaycan Darbesi’nde adı geçen, bir dönem Almanya’da saklandığı iddiasıyla, Alman Parlamentosu’nda   hakkında  soru önergesi verilen; Alman Hükümeti tarafından Türkiye’nin iadesini istemediği ileri sürülen sanıklardan Mustafa Doğan, onca yıl zarfında ifadesi bile alınamadan hakkında açılan dava düşmüş oldu.

OLAYIN MAĞDURLARI  DAVANIN MÜDAHİL AVUKATI OLDU

İlk olarak 1978 yılında açılıp 1984’de tüm sanıkların delil yetersizliğinden beraatiyle sonuçlanıp kapanan davanın mağduru ve ölen gençlerin arkadaşı olan avukatların, İsot Ailesi’nin tanıklığıyla 1992 yılında yaptıkları suç duyurusu ve 1995 yılında yeniden açılan davada önceki yargılamada adları hiç geçmeyen 3 sanık; taammüden 7 kişiyi öldürmekten yargılanıyorlardı.

Müdahil avukatlar, İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 20 Ekim 2008’de verdiği karara, davada zamanaşımı süresinin dolmadığını belirterek itiraz ettiler. İtiraz dilekçesinde, olayı devlet içindeki bir suç örgütünün gerçekleştirdiği, bu örgütün suç faaliyetinin de halen devam ettiği; temadi sürdüğü sürece de zamanaşımının da  işlemeye başlamadığı savunuldu. Ayrıca dilekçede; bir an için zamanaşımının işlemeye başladığı varsayılsa bile, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 66. ve 67. maddelerine göre davadaki zamanaşımı süresinin 30 değil, 45 yıl olduğu belirtildi. Yine aynı dilekçede; avukat Cem Alptekin hakkında mahkemeye delil olarak sunduğu belgenin MİT belgesi olduğu iddiasıyla, MİT’in suç duyurusu, Adalet Bakanlığı’nın izni ve Beyoğlu Ağır Ceza Mahkemesi’nin son soruşturma kararıyla ceza davası açıldığı ve; Mahkeme’ce aslı MİT’ten ısrarla istenen bu belgenin Mahkeme’ye gönderilmek yerine, MİT’in anılan belgenin hangi kurumdan istenmesi gerektiği hususunda Mahkeme’ye, Anayasa’nın 138/2.md. hükmüne aykırı olarak “tavsiye ve telkinde” bulunması karşısında, Mahkeme’nin ısrarlı talebinden vazgeçmiş olması ile mahkemenin önünün tıkandığı da belirtildi.

Ortada traji-komik bir durum vardır: İstanbul Adliyesi’nin giriş katındaki 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde (müdahil vekili sıfatıyla) diğer meslektaşlarıyla birlikte, yargı önünde derin devletten hesap soran avukatlardan Cem Alptekin, aynı binanın ikinci katındaki 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde avukatlık görevini yaptığı için sanık sıfatıyla “hesap” veriyordu."

İSTANBUL 5. AĞIR CEZA MAHKEMESİ SAYIN BAŞKANLIĞI’NA

Dosya No.1999/79 E.

KONU :  Sorgum Yerine  Geçmek üzere  Savunmamın  Sunulmasıdır.

Sayın BAŞKAN,
       Sayın YARGIÇLAR,

Huzurunuzda okunan iddianameden de açıkça anlaşılacağı gibi, ben bugün burada "Görevi Kötüye Kullanmak" suçundan değil, hatta "görev suçu"ndan bile değil, doğrudan doğruya GÖREVİMİ YAPTIĞIM İÇİN YARGILANACAĞIM.

Ben bugün huzurunuzda; Anayasa’nın başlangıç hükümlerinde tanımı yapılan "hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni" adına duyduğum utançla; ama, görevinin gereğini yapan bir avukat olmanın huzuruyla yargılanacağım.

Çünkü ben bu mesleğe adımımı atarken; "Kanuna, ahlaka, mesleğin onuruna ve kurallarına uygun davranacağıma namusum ve vicdanım üzerine..." yemin ettim. (Av.Y.md.9/6)

Ve ben; şimdi burada bana destek vermek için toplanan meslektaşlarımdan bazılarıyla, bundan tam yirmibir yıl önce, henüz genç bir hukuk öğrencisiyken, "namusum ve vicdanım üzerine" bir kez daha yemin etmiştim... Biz o gün; Türkiye'yi 12 Eylül'e taşıyan ve bugün Susurluk'ta ortaya çıkan devlet içindeki suç örgütünün üniversite gençliğini hedef aldığı o kanlı vahşet gününde; katledilen arkadaşlarımızın parçalanmış bedenleri daha soğumadan, özgürlük ve demokrasi düşmanlarından hesap soracağımıza;  "namusumuz ve vicdanımız üzerine" yemin etmiştik...

İşte biz o yeminimizin gereğini de; bu salonun bir alt katında, 6.Ağır Ceza Mahkemesi’nde 4 yıldır sürmekte olan 16 Mart Katliamı davasında; müdahil vekili sıfatıyla özveri ile görev yaparak yerine getiriyoruz.

İşte bugün, görevimizi yaptığımız için de huzurunuzda sanık sıfatıyla yargılanıyoruz.

Ve ne kadar acıdır ki; 16 Mart ve daha bir çok katliamın failini, asli görevi olduğu halde yargı önüne çıkartmayan devlet; 11 yıldır bu uğurda hukuk mücadelesi veren biz avukatları yargı önüne çıkartmayı uygun görüyor... Ve ülkemizde egemen olan "kutsal devlet", bir kez daha "hukuk devleti"nden hesap soruyor...

Yıllardır kan ve gözyaşının dinmediği; başta yaşama hakkı olmak üzere en temel insan haklarının ayaklar altında çiğnendiği; devlet arşivlerinde saklanan cinayet belgelerini yargıya aktaran avukatların sanık sandalyesine oturtulduğu;

Anayasa’da tarif edilen, "hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni”nin  bir türlü tesis edilemediği ülkemizde; gününü gün etmeye, gemisini yürütmeye, adamını bulmaya, kısa yoldan zengin olmaya, devletin otur dediği yerde oturup, kalk dediği yerde kalkmaya; ve en çokta UNUTMAYA koşullanan İNSANLIĞIMIZDAN NE KADAR UTANIYORSAK; BİZE DAYATILAN BU ZİHNİYETİ RED EDEN; YAŞADIKLARINI UNUTMAYIP; ÇOCUKLARINA YAŞANILIR BİR DÜNYA BIRAKMAK İÇİN; "KUTSAL DEVLET'TEN, HER NE PAHASINA OLURSA OLSUN HESAP SORMASINI BİLEN İNSAN YANIMIZDAN DA ONUR DUYUYORUZ.

İşte BEN DE BU NEDENLE BUGÜN BURADA BAŞIM DİK DURUYORUM... Ama HUKUK ve İNSANLIK ADINA DA UTANIYOR, İSYAN EDİYORUM!

1978'in 16 Mart günü yaşam hakkı ellerinden alınmasaydı, belki de bugün bu salonlarda bizler gibi hakim, savcı ya da avukat olarak hak ve adalet arayacak olan arkadaşlarım adına; TÜRKİYE'DE FAİLİ MEÇHUL DEĞİL, FAİLİ MALUM CİNAYETLERE KURBAN GİDEN TÜM İNSANLAR VE İNSANLIĞIMIZ ADINA İSYAN EDİYORUM!

BUGÜN ORTALIKTA ELLERİNİ KOLLARINI  SALLAYARAK  DOLAŞAN VE GÖZLERİMİZİN İÇİNE SIRITARAK BAKAN; HATTA BİZİ YÖNETSİN DİYE MECLİSE SOKTUĞUMUZ "ŞEREFLİ" KATİLLERE; MAFYA DÜĞÜNLERİNE "ŞEREF KONUĞU" OLAN YARGIÇLARA, SAVCILARA, DEVLET ADAMLARINA İSYAN EDİYORUM!

I- BEN AVUKAT OLARAK GÖREVİMİ YAPARKEN MİT MÜSTEŞARI ANAYASA VE GÖREV SUÇU İŞLİYOR :

Ben bir avukatım. Bu sıfatım itibariyle vatandaşın Anayasa’dan doğan hak arama özgürlüğünün yargı önündeki güvencesi ve millet adına karar veren yargının olmazsa olmaz bir parçasıyım.

İşte bu nedenle; hukuk devletinde, avukata müvekkilinin hakkını koruduğu oranda mutlak bir dokunulmazlık tanınmıştır.

(Yrd.Doç.Dr.Meral Sungurtekin, Avukatlık Mesleği Avukatın Hak Ve Yükümlülükleri, 1999,2.baskı, S.52)

“Adli merciler ve diğer resmi daireler avukatlara görevlerinin yerine getirilmesinde yardımcı olmakla yükümlüdürler.” (Av.Y.md.2)

"Özellikle avukata, mesleğini icra ederken, geniş bir serbesti tanımak lazımdır.... Avukat, temsil ettiği tarafın çıkarlarını, öteki tarafın bundan doğabilecek zararlarını düşünmeden, sert ve hatta merhametsiz bir biçimde savunmak zorundadır... "(Y.4.HD.'nin 2.5.1975 tarih ve 75/5782 sayılı kararı.)

Hal böyleyken; maaşı vatandaşların vergisiyle ödenen bir devlet memuru, isminin başında "milli" kelimesi bulunan Teşkilat’ın arşivinde sakladığı; davamızla doğrudan ilgili ve daha bir çok siyasi cinayeti aydınlatacak bir suç belgesini kanıt olarak Mahkeme’ye sunduğumuz; ve MİT'in elinde olaya ilişkin bilgi yokmuş gibi davrandığını açıkladığımız için, kısacası, GÖREVİMİZİ YAPTIĞIMIZ İÇİN, hakkımızda ihbarda bulunma cüretini gösterebiliyor.

Hem de müdahil vekili sıfatıyla, yani "Kamu Hukuku" adına (ve kamu görevlilerine rağmen) görev yaptığımız bir KATLİAM davasında... Üstelik; ihbarda bulunanın başında olduğu Teşkilat’ın olayımızda ve benzeri daha bir çok olayda sorumluluğunun tartışıldığı, bu tartışmaların medyaya ve devletin resmi raporlarına yansıdığı, MİT içinden sızdırılan rapor ve belgelerin yine medyada çarşaf çarşaf yayınlandığı bir aşamada...

Bu memur bununla da yetinmiyor:

16 Mart katliamıyla ilgili bilgi ve belge sahibi olduğu resmen ortaya çıkınca; kendisini ele vermemek için daha büyük çamlar deviriyor...

Örneğin, Mahkemeye verdiği cevapta; kendisinden istenen dava konusu belgeyi, İçişleri Bakanlığı’ndan GÜVENİLİR BİR ŞAHIS aracılığıyla elde ettiklerini; bu nedenle, Mahkeme’ye gönder­melerinin DEVLET GELENEĞİNE AYKIRI OLDUĞUNU; Mahkeme’nin bu belgeyi İçişleri Bakanlığı’ndan istemesi gerektiğini bildiriyor.

Yani, bir bakanlıktan yasa dışı yolla belge istihsal etmekle kalmıyor...

Mahkeme kararlarına uymayacağım açıkça ilan ettiği gibi, Mahkemeye en azından, tavsiye ve telkinde bulunuyor.
Peki bu konularda Anayasa ne diyor, bir göz atalım...

Anayasa diyor ki:
“Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. (A.yasa md. 138/2)

“Yasama ve yürütme organlarıyla idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiç bir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez." (A.yasa md. 138/,4)

“Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır." (A.yasa md.11/1)
Yani MİT Müsteşarı açıkça Anayasa suçu işliyor...

Yine Anayasa diyor ki; "Anayasanın hiçbir hükmü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz." (A.yasa md. 14/3)

O halde, MİT Müsteşarı avukattarı ve gazetecileri ihbar ederken, Anayasa’nın "hak arama hürriyeti"ni güvence altına alan 36.maddesinin arkasına saklanamayacaktır.

Yine aynı nedenle; MİT'in yargıdan esirgediği belgeyi (daha doğrusu bilgiyi) yargıya kanıt olarak sunarak istimal eden ve konuyla ilgili açıklama yapan avukatlar hakkında bırakın tecziyeyi, soruşturma dahi açılamayacaktır.

Aksine; MİT Müsteşarının bu hususlardaki keyfiyeti; hem Anayasa’nın hem de yasaların açık ihlali anlamına geleceğinden, tecziyesi lazım gelen de işte bu keyfiyet olacaktır.

Görülen odur ki; alenen Anayasa suçu işleyen MİT Müsteşarı, bununla kalmayıp; bir yandan, TCK.'nın "Adliye Aleyhine Cürümler" başlığı altıda yer alan, "Cürüm İşleyeni Saklamak Ve Delilleri Yok Etmek" suçunu (TCK.296.md.); diğer yandan, bu suçu gizlemek ve dikkatleri başka bir yöne çekmek amacıyla, aynı babta yer alan; "Suç Tasnii ve Resmi Mercileri İğfal" (TCK.md.283) ve "İftira" (TCK.md.285) suçlarını da işliyor. Deyim yerindeyse; "hem suçlu hem de güçlü " olanların bu cüreti, devlet katında hemen etkisini göstermiş; isminin başında "adalet" olan Bakanlık; hem de devlet içindeki "çeteler"i yargı önüne çıkarmak üzere kurulan, 55.Hükümet’in Adalet Bakanlığı ile "bağımsız" yargı hemen harekete geçmiştir. Ama ne acıdır ki; yaklaşık iki sene süren soruşturma ve kovuşturma sonucunda sanık sandalyesine, alenen suç işleyen devlet memurları, "çete"lerin devlet içindeki uzantıları değil, bunlardan yargı önünde hesap sormaya kalkan avukatlar oturtulmuştur.

Gerçekten de; yürütme verdiği izinle; yargı ise, İddianamesi ve Son Soruşturma Kararı’yla savunmanın önüne dikilivermiştir.

Çağdaş, demokratik bir hukuk devletinde asla kabul edilemeyecek böylesi bir duruma, kimse; "burası Türkiye, burada olur böyle şeyler..." diye, tahammül göstermemizi beklemesin...

Biz bu zihniyeti kökten reddediyoruz. Ve aslında, şark kurnazlığı içinde, hukuk devletine giydirilmek istenenin bir deli gömleği olduğunu bildiğimiz için, sesimizin en yüksek perdesinden, BU GÖMLEĞE YÜZ KERE BİN KERE HAYIR DİYORUZ.

II- BU DAVADA YAPILABİLECEK EN KOLA Y ŞEY  :

Sayın YARGIÇLAR,

Bugün burada huzurunuzda yapılabilecek en kolay şey, hakkımdaki soruşturmadan ve iddianameden yola çıkarak teknik bir savunma yapmaktır. Ve böyle bir savunma duruşma aşamasına kadar geçen sürecin ne kadar gayrı ciddi işlediğini, hakkımda uygulanması istenen sevk maddelerinin ne kadar dayanaksız olduğunu gözler önüne sermeye yetecektir.

A) Yargılama (Muhakeme) Şartı Oluşmamıştır:

Örneğin; ÖNCELİKLE, HAKKIMDA BAŞLATILAN SORUŞTURMA VE KOVUŞTURMA, 1136 SAYILI AVUKATLIK YASASI’NIN 58 VE S9.MADDELERİNE AYKIRI OLDUĞU GİBİ, CMUK.'NIN 3842 SAYILI YASA İLE DEĞİŞİK 135.MADDESİNE AYKIRI OLARAK YAPILMIŞTIR.

Bu hususlara ilişkin o aşamada (5.8.1998 ve 2.11.1998 tarihli dilekçelerle) yaptığım itirazlar dava dosyamızda mübrezdir. Heyetinizce de incelendiği inancıyla burada ayrıntısına girmediğim bu hususların YARGILAMA ŞARTI olduğu ve bu şart yerine getirilene kadar YARGILAMANIN DURMASI GEREKECEĞİ izahtan varestedir.

Ancak, BEN SİZDEN BÖYLE BİR TALEPTE BULUNMUYORUM. Çünkü, aşağıda yapacağımız değerlendirmeler ışığında, davamızda halihazırdaki delillerle, bu celse itibariyle BERAAT KARARI verilmesi mümkündür. Bu halde CMUK.253/son hükmüne göre, muhakemenin durması kararı yerine, beraaat kararı verilmesi zorunludur.

B) Sevk Maddelerinin Değerlendirilmesi:

Hakkımda uygulanması istenen sevk maddelerine gelince;

Örneğin TCK.159/1.maddeye...

Öncelikle; Savcılığın bu maddeyle ilgili, hem Av.Y.58/1.maddeye göre "soruşturma izni" hem de, TCK. 160/2. md.sine göre zorunlu olan "takibat izni" istemiş olmasına karşın; Adalet Bakanlığı, TCK.159/1. md. için "takibat izni" vermemiştir. (Bakanlığın 16.6.1998 tarihli yazısı) Diğer taraftan, 28.9.1997 tarihinde, Milliyet gazetesinde yayınlanan bir beyanatım nedeniyle, TCK. 159/1. maddeyi ihlal ettiğim öne sürülürken, dikkatli bir hukukçunun, basın yoluyla işlenen bu suçun, 5680 Sayılı Basın Yasası hükümlerine tabi olacağını ve Yasa’nın 35.maddesi gereği, DAVA AÇMA SÜRESİNİN, daha 1998 yılının 5.ayında DOLMUŞ OLDUĞUNU görmesi gerekecektir.

HER AŞAMADA,  RE'SEN DİKKATE ALINMASI MÜMKÜN VE ZORUNLU OLAN BU HUSUSLARIN, BUGÜNE KADAR DİKKATE ALINMAMASI AÇILAN DA VANIN CİDDİYETİNİ (!) DE GÖSTERMEKTEDİR.

KALDI Kİ; YİNE DİKKATLİ BİR GÖZ, BURADA TCK. 159.MD.NİN UNSUR­LARININ HİÇBİR ŞEKİLDE OLUŞMADIĞINI; BEYANATIN GÖREV GEREĞİ, SOMUT BELGE VE BİLGİYE DAYALI OLARAK YAPILDIĞINI; MİT'İN GER- ÇEKTEN DE, BİLGİ VE BELGE SAHİBİ OLDUĞU HALDE, YOKMUŞ GİBİ DAVRANDIĞINI GÖRECEKTİR.

Hakkımda uygulanması istenen diğer sevk maddesi ise, 3713 Sayılı Terörle Mücadele Yasasının 6. maddesidir.

Bu madde bilindiği üzere, "terörle mücadelede görev almış kamu görevlisinin hüviyetini açıklama"yı suç sayar. Özel bir yasayla oluşturulan ve bu yasanın 4.maddesinin (g) bendi gereğince görevi yalnızca istihbarat hizmeti sunmakla sınırlı olan MİT personelinin nasıl olup da terörle mücadelede görev alabildiği hususu bir yana;

Olayımızda hüviyetini açıkladığımız iddia edilen MİT Müsteşar Yardımcısı’nın, aynı Yasa’nın 13.maddesi gereğince hüviyeti gizli de değildir. Kaldı ki, adı geçen Müsteşar Yardımcısı, MİT adına Mahkemeye yazdığı (dosyada mübrez) yazısında hüviyetini bizzat kendisi açıklamıştır.(Aynı konuda gazetecilere karşı DGM'de açılan dava da beraatle sonuçlanmıştır) Yani bu suçun da unsurları oluşmamıştır.

Bir an için aksini düşünsek bile;

Yine dikkatli bir göz Avukatlık Yasası’nın 58 ve 59.maddeleri gereğince soruşturma yapmakla görevli İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın düzenlediği fezlekelerin hiç birinde, 3713 Sayılı Yasa’nın 6.md.sine ilişkin izin isteminde bulunmadığını; keza Adalet Bakanlığı’nın yazılarında da, bu maddeye ilişkin her hangi bir iznin verilmediğini görecektir. Hakkımda Soruşturma ve kovuşturma izni istenmeyen ve de verilmeyen bir suçla ilgili dava açılamayacağı ortadayken, iddianamedeki ve son soruşturma kararındaki işgüzarlığı anlamak mümkün değildir.

Son örneğimiz de davanın asıl dayanağını oluşturan 2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Yasası’nın 27.maddesinden olsun...

Gerek İddianame, gerekse Sonsoruşturma Kararı’nda, hakkımda 27/1 ve 3. maddelere göre tecziye istenmektedir.

27.maddenin l. fıkrası MİT 'in görev ve faaliyetine ilişkin belge ve malumatın istihsalini, yani elde edilmesini suç sayar. Olayımızda "malumat"ın daha önce basında yayınlandığı tartışmasız olduğuna göre; burada tartışmamız gereken; "malumat"ın altına konulan kayıt nedeniyle, "dar anlamda" (bu ne demekse) MİT'e ait olduğu iddia edilen belgedir.

MİT'in ihbar yazılarındaki ikrarından da açıkça görüleceği gibi; esasen olayda, bir Bakanlığın arşivindeki malumatın yasadışı yolla bizzat MİT tarafından istihsali söz konusudur. Ve yasadışı yolla elde ettiğiniz bir malumatı altına kayıt koyarak, bir MİT belgesi yapamayacağınız da açıktır.

Bu bir yana; aslını yargıya göndermekten dahi imtina ettiğiniz bir belgenin, fotokopisinin size ait olduğu iddiası gülünç değil midir? Sivil şahısların elini kolunu sallayarak kurumunuza girip, arşivinizden istediği belgenin fotokopisi çektirmesi mümkün müdür? Yoksa İçişleri Bakanı Sayın Saadettin TANTAN'in deyimiyle; orası da "herkesin çay-kahve içtiği bir kahvehane..." midir?

Bunu da geçelim...

Siz; hangi kurumdan elinize geçerse geçsin, altına hangi kayıt konulursa konulsun, bir cinayet itiraf ve ihbarını havi bilgiyi bir suç belgesini, failleri yargıdan saklamanın suç olduğunu bilmiyor musunuz?

Olayımızda, 27/1.maddenin unsurlarının oluşmadığı gerçeği bir yana; Anayasa 36.madde gereğince, "savunma bir hak" ve TCK.49.maddeye göre, "kanunun hükmünü icra" da bir hukuka uygunluk sebebi ise; Savunmanın karşısına 27. madde ile çıkılamayacağını bilmiyor musunuz?

Diyelim ki siz bilmiyorsunuz?

Soruşturma için izin isteyen, kovuşturma için karar veren hukukçular, Adalet Bakanlığı da mı bilmiyor?
Bunları da geçiyoruz...

27/1.madde ile ilgili tüm bu gariplikleri bir an için yok saysak bile, bu madde den tecziye yine mümkün değildir. Çünkü; yukarıda 3713 Sayılı Yasa’nın 6.maddesinde olduğu gibi; MİT yasasının 27.maddesinin 1.fıkrasıyla ilgili de her hangisoruşturma ve kovuşturma izni istenmemiş ve Adalet Bakanlığınca bu yönde bir izin de verilmemiştir. (Aksine; Savcılık 11.5.1998 tarihli ilk Fezlekesinde; belgenin daha önce basında yayınlanmış olduğundan bahisle, olayın 27.md.kapsamına girmeyeceği görüşü bildirilmiştir.) İddianame ve Sonsoruşturma kararındaki diğer işgüzarlık da işte budur.

Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı ve Beyoğlu l.Ağır Ceza Mahkemesi Av.Yasası’nın 58 ve 59.maddelerine göre soruşturma ve kovuşturma izni verilmeyen bir suçla ilgili iddianame düzenleyip sonsoruşturma kararı vermekle yasaya ve yönteme açıkça aykırı davranmıştır.

Bakanlıkça bu maddeye göre verilen izin yalnızca maddenin 3. fıkrası içindir. Ve yine dikkatli bir göz, 27. md.nin 3.fıkrasında, "münderecatı ile malumatı ifşa"dan söz edildiğini görecektir. Yukarıdaki açıklamalarımız ve dosyada mevcut delillerden de açıkça anlaşılacağı üzere; olayımızda Mahkemeye sunulan belgenin içeriği, yani "münderecatı ile malumatı" bizden çok daha önce, basında zaten ifşa edilmiştir.

BU NEDENLE 27/3. MADDEDE BELİRTİLEN SUÇUN TARAFIMDAN İŞLENMESİ MADDETEN DE MÜMKÜN DEĞİLDİR.

BU SEVK MADDESİNE, YANİ MİT YASASI 27/3. 'E İLİŞKİN VERİLECEK KARAR DA BERAAT KARARI OLACAKTIR.

Görüleceği gibi, sevk maddelerinden 27/3 dışındakiler için; (Yani TCK. 159/l.md., TMK.6.md.ve MİT Yasası 27/l.md.için) DAVA ŞARTI GERÇEKLEŞMEMİŞTİR. BU ŞARTIN GERÇEKLEŞME İMKANI DA BULUNMADIĞINDAN, BU MADDELERLE İLGİLİDAVANIN (DURMASINA DEĞİL) DÜŞMESİNE KARAR VERİLMESİ ZORUNLUDUR.

III- SAVUNMAYA EL UZATIN YARGIYI AYAĞA KALDIRALIM :

Sözün özü; neredeyse iki sene süren soruşturma ve kovuşturma süreciyle zaten iş yükü altında ezilen yargıyı, içi boş iddialarıyla meşgul eden bu dosya; "devletçi" gözlük yerine, "hukukçu" gözlüğüyle bakmayı bilen hukuk adamlarının eline düşseydi; yargıyı teslim almak isteyenlerin suratında çoktan bir tokat gibi patlayacaktı. Ama ne yazık ki böyle olmadı...
Bu,"Şüyuu vukuundan" daha kötü bir durumdur. Yani haber yapan gazetecilere, hele hele görevini yapan avukatlara dava açılabilmiş olması bile, "hukuk devleti" açısından bir kırılma noktasıdır. Bir başka deyişle; bu olayın kamu vicdanında yol açtığı tahribatla, toplum üzerinde yarattığı baskı, beraat kararıyla dahi giderilemeyecek büyüklüktedir.

Dayanaksız, kof iddialarla hakkımızda dava açılmasına neden olan devlet ajanları, "hukuk devleti" yerine "kutsal devlet"in bekçiliğine soyunanlar; Yargıtay Başkanı’nın deyişiyle, "vicdanla cüzdan arasına sıkışan" yargıdan istediği her sonucu alacağını sanan kibirli memurlar;

Hesaba katmadığınız bir şey var;

Yargının vereceği beraat kararının GEREKÇESİ VE HAKKINIZDA YAPACAĞI BİR SUÇ DUYURUSU SİZİN OYUNUNUZU BOZMA YA YETER;

SAVUNMAYI HAK ETTİĞİ YERE KOYARAK, YARGIYI A YAĞA KALDIRIR. HUKUK DEVLETİNİ ELİNİZDE OYUNCAK OLMAKTAN KURTARIR.

VE BİLMEDİĞİNİZ ÇOK DAHA ÖNEMLİ BİR ŞEY VAR;

TÜRKİYE'DE YARGIÇLAR VAR...

TÜRKİYE'DE "KUTSAL" DEVLET ADINA DEĞİL, MİLLET ADINA KARAR VERECEK YARGIÇLAR VAR...

IV- SONUÇ VE İSTEM YERİNE :

Sayın YARGIÇLAR,

"Avukatlık Mesleği, Avukatın Hak Ve Yükümlülükleri" isimli çalışmasında, Doç Dr. Meral SUNGURTEKİN şöyle diyor;

"Bağımsız avukatlığın kurumsal garantisini, Anayasa’nın 36.maddesindeki "hak arama özgürlüğü ile ilgili hüküm oluşturur. Yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahip olma, hukukun gerçekleştirilmesine hizmet ettiğinden ve vatandaşın hukuki danışma, hukuki yardım gereksinmesini, sadece bağımsız avukatlık kurumu karşılayabileceğinden, avukata devlet etkisi, özgürlükçü hukuk devletine özgü düzenle bağdaşmaz."

(Yrd.Doç.Dr.Meral Sungurtekin, Avukatlık Mesleği Avukatın Hak Ve Yükümlülükleri, 1999, 2.baskı, S.104)

Ve devamla…

"Avukat sadece taraf temsilcisi olmayıp; aynı zamanda adaletin gerçekleştirilmesi faaliyetine ortak olan, yargılama faaliyetine katılan kişidir. O gerçeğin bulunması konusunda yapılacak araştırmaya kurucu katılımı çerçevesinde, yapıcı biçimde hukuken geçerli olan ve müvekkilinin isteklerini karşılayan taleplerde bulunmak durumundadır. (age.S.107)
Bu değerlendirmeler ışığında;

Bir avukatın, istihsali ve istimali kanun hükmüyle yasaklanmış bir belgeyi, mahkemede kanıt olarak kullanmak amacıyla elde etmiş olması ve kullanmasının DAHİ suç oluşturmayacağını KARARINIZA DERCETMENİZ KAÇINILMAZDIR...

Çünkü; BURADA İHLAL EDİLEN YARAR (İSTİHSAL VEYA İSTİMAL), KO­RUNAN YARARA (YANİ SAVUNMA HAKKININ KULLANILMASINA) FEDA EDİLEBİLECEK NİTELİKTEDİR. BURADA İSTİHSAL VE İSTİMAL SUÇUNUN OLUŞMASINA, HUKUKA UYGUNLUK NEDENİ OLAN IZTIRAR HALİ ENGEL OLACAKTIR. BİR BELGENİN CEZA YARGILAMASINDA GERÇEĞE, DOLAYISIYLA ADALETE ULAŞMAK İÇİN KANIT OLARAK KULLANILMASI, AYNI BELGENİN GİZLİ KALMASINDAN ÇOK DAHA FAZLA KAMUSAL YARAR SAĞLAYACAĞINA GÖRE,  SAVUNMA EYLEMİNİN HUKUKA UYGUNLUĞU DA TARTIŞMASIZ OLACAKTIR.

EĞER SAVUNMAYI "YARGI"DAN AYRI DÜŞÜNMÜYORSAK; EĞER HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE İNANIYOR VE YARGI İÇİN; "PRİMUS İNTER PARES /EŞİTLER ARASINDA ÖNDE GELEN" DİYEBİLİYORSAK;

KARARINIZIN GEREKÇESİNDE BU SARAHAT MUTLAKA OLACAKTIR. Yargılansın diye Heyetinizin önüne getirilen uyuşmazlık, "savunma suçu"ndan başka bir şey değildir.

Ve kim ne derse desin, bize göre bu yeni "suç" tipi; "hukuk devleti"nin karşısında yer alan "kutsal devlet" geleneğinin, "düşünce suçu " gibi, siyasi mülahazayla ihdas ederek önümüze koyduğu ve kuşatma altındaki yargıyı (dolayısıyla hukuk devletini) tamamen teslim almayı hedefleyen ve sırf bu nedenle daha tehlikeli olan bir ürünüdür.

İŞTE BU NEDENLE; YARGIYI KUŞATMA ALTINA ALAN, BUNUNLA DA YETİNMEYİP, TAMAMEN TESLİM ALMAK İSTEYENLERİN OYUNUNU BOZMAK İÇİN...

KARARINIZIN GEREKÇESİNDE BU SARAHAT MUTLAKA OLACAKTIR.
Sayın YARGIÇLAR,

YARGININ KENDİSİ İÇİN İDAM KARARI VERİP, KALEM KIRMASINI BEKLEYENLERE GEREKEN YANITI ANCAK SİZ VERECEKSİNİZ...

İnancım odur ki;

VERECEĞİNİZ KARAR,
YARGIYI AKLAMAKLA KALMAYACAK;
"HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ"NÜ DE TESCİL EDECEKTİR.

Saygılarımla. 16.6.1999

Av.CEM ALPTEKİN

Bu arada; Mahkeme’ce, davaya müdahale etmek isteyip istemediği sorulan MİT ise, (böyle bir görev tanımları olmamasına rağmen) Cumhuriyet savcılarının kendilerinin yerine gerekeni yaptığını beyan ederek davaya müdahale etmeyeceğini bildirmiştir. Aleyhine açılan davada Türkiye Barolar Birliği, Marmara Bölgesi Baroları ve İstanbul Barosu tarafından savunulan Avukat Alptekin; 16 Ekim 2000 tarihinde beraat etmiş; Ancak uygulamada pek rastlanmayan bir Başsavcılık temyiziyle karşılaşmıştır. Yargıtay’ca esasa hiç girilmeden usul yönünden bozulan davada avukat Alptekin, iddianamedeki TMK. 6.md. ihlali gerekçesiyle, bir kez daha ana davanın görüldüğü İstanbul 6.Ağır Ceza Mahkemesi’nde, hem de İstanbul DGM’de yargılanarak iki kez daha beraat kararı almıştır. 16 Mayıs 2002’de ana davada verilen beraat kararı da (duruşma savcısının beraat mütalaasına rağmen) İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca bir kez daha temyiz edilince, dosya yeniden Yargıtay’ın yolunu tutmuştur. Ancak, 2002’de gittiği Yargıtay’dan ancak 7 yıl sonra dönebilen bu dava dosyası da zamanaşımına kurban gidecektir. Bu kez,  Mahkemece verilen karar beraat kararı zamanaşımı gerekçesiyle ortadan kaldırılacaktı.

Şükrü Balcı ve Süreyya San’ın da aralarında bulunduğu polis şefleri ‘‘görevlerinde kayıtsız kalmak’’la, emniyet görevlisi Reşat Altay ise, saldırıya uğrayan öğrencileri dağılma noktasına kadar koruma altında tutması gerekirken üniversite kapısında terk etmekle suçlanmışlar; 12 Eylül’ün en sakin günlerinde güvenlik gerekçesiyle Kocaeli Asliye Ceza Mahkemesi’nde sessiz sedasız (olayın mağdurlarına bile tebligat yapılmadan) yargılanıp aklanmışlardır. Daha sonra, Susurluk kazasıyla birlikte, Reşat Altay’ın Abdullah Çatlı’yla telefon görüşmeleri ve bunun yanı sıra, Abdullah Çatlı’nın 16 Mart katliamında kullanılan TNT kalıplarını temin ettiği de ortaya çıkacaktır. 16 Mart Davası’nın müdahil vekilleri, Susurluk kazasıyla ortaya çıkan yeni deliller ışığında, Oral Çelik, Meral Çatlı, Haluk Kırcı, Murat Bayrak  ve 12 Mart’ın askeri savcısı Baki Tuğ’un da içinde bulunduğu 11 kişi hakkında, 16 Mart Katliamı ve anılan suç örgütüyle bağlantılı oldukları iddiasıyla, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na 13 Mayıs 1997 tarihinde suç duyurusunda bulunmuşlardır.  Ardından da,  “Susurluk Çete”sinin yargılandığı İstanbul 6 no.lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin ilk duruşmasının yapıldığı 2 Haziran 1997 tarihinde, her iki olay arasında fiil ve fail yönünden bağlantı kurulduğu gerekçesiyle müdahale etmişlerdir. Ayrıca; 16 Mart Davası’nın müdahil avukatı Cem Alptekin, dönemi İstanbul Barosu yönetimince Susurluk kazasında ortaya çıkan suç faaliyetin ve ilişkilerini araştırmak üzere oluşturulan “Susurluk Komisyonu”nda da görev almış; Komisyon ise; Susurluk kazası ve tüm siyasi cinayet ve katliamların arkasındaki suç örgütü olarak Kontrgerilla’yı işaret eden  500 sayfalık raporunu, 27 Mayıs 1997 tarihinde yaptığı basın toplantısı ile kamuoyuna sunmuştur.

Ancak, daha sonra İstanbul Barosu yönetimi bu rapora sahip çıkmadığı gibi, Susurluk konusunu, Susurluk Raporuyla birlikte tamamen gündeminden çıkarmıştır. Ardından da 16 Mart Davası’nda delil sunduğu için yargılanan Av.Cem Alptekin’i, bir yandan yargı önünde savunurken; diğer yandan, isnat edilen suçla ilgili disiplin soruşturmasına tâbi tutmayı da ihmal etmemiştir. 
  
‘ZAMANAŞIMI BAŞLAMADI Kİ BİTSİN’

16 Mart Davası’nın müdahil avukatlarından Cem Alptekin, katliamın 32. yılında dosyanın zamanaşımından düşmesiyle ilgili medyaya yaptığı açıklamada, sıradan bir cinayet davası olarak açılan ancak kendilerince mahkemeye sunulan deliller ve yaptıkları hukuki nitelemeyle kısa bir süre içinde Gladio davasına dönüşen 16 Mart Davası’nın kapanmasını bir hukuk skandalı olarak nitelendiren. Alptekin devamla şunları söyledi:

“Hüküm Mahkemesi kararını verirken, Yargıtay 1.Dairesi de o kararı onarken iki büyük yanlış yapıldı. Bunlardan birincisi; Mahkeme’nin bir kontrgerilla davasına dönüşmüş olan yargılama sürecini, sanıklara bu doğrultuda verilmiş olan ek savunma hakkını ve bu savunmaları hiç dikkate almadan zamanaşımı kararı vermiş olması ve Yargıtayın da kararı böylece onamasıydı.

İkincisi; zamanaşımı konusunun hukuki kriterlere göre değerlendirilmemesiydi. Biz baştan beri, ısrarla bu suçun örgütlü bir suç olduğunu, suçu işleyen örgütün muhtemelen 16 Mart 1978 tarihinden önce de faal olan ve katliamdan sonra da -belki bugüne kadar- varlığını sürdüren bir örgüt olduğunu savunduk. Bu doğrultuda, 12 Eylül darbesinden sonra açılan MHP ve ülkücü kuruluşlar ana dava dosyası, Abdi İpekçi Cinayeti dava dosyası, Bahçelievler katliamı dava dosyası, 1 Mayıs 1977 katliamı dava dosyası, Tevfik Ağansoy’un itirafları, Susurluk kazasıyla ilgili DGM’de görülen Çete Davası, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Susurluk Raporu ve TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu raporu Mahkeme’ce celbedildi. Olayda kullanıldığı ileri sürülen TNT kalıpları ile ilgili araştırmaya girişildi. MİT ve İçişleri Bakanlığı’ndan bilgi ve belge istendi ve önemli sivil tanıkların yanı sıra, dönemin polis şefleri ve İçişleri Bakanı tanık olarak dinlendi.

Bu bilgi ve belgelere göre örgüt varlığını devam ettiriyor, hem eski hem de yeni TCK’daki zamanaşımı hükümlerine  göre “temadi” (kesintisiz örgütlü suç faaliyeti) devam ettiği sürece zamanaşımı  işletilemez. Yani zamanaşımı daha başlamadı ki bitsin.

Hüküm Mahkemesi Gerekçeli Kararında fahiş bir hata yaparak, bidayette bizzat vermiş olduğu ara kararlarıyla, davamızın “adam öldürme” davasından “kontrgerilla” davasına dönüştüğünü adeta unuttu. Yargıtay’sa, Hüküm Mahkemesi’nin bu fahiş hatasını, tüm itirazlarımıza rağmen, “vesaireye yönelen itirazlar” olarak değerlendirip, zamanaşımı kararını onamakla yetindi.  

Biz de; tüm haklı itirazlarımızı “vesaire” diyerek geçiştiren iç hukukumuzdaki “son söz” üzerine tabii ki, bundan böyle iç hukukumuz adına asıl “son sözü” söyleyecek olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gideceğiz ve adil yargılanma ilkesinin hem “makul süre” hem de yasal mevzuat yönünden ihlal edildiğini ileri sürerek “iade-i muhakeme” talebinde bulunacağız. İade-i Muhakeme, AİHM için yeni bir uygulama. Anayasa 90.md. ve CMK. 311.madde hükümleri gereğince de bu uygulama artık iç mevzuat hükmündedir. Bu yeni uygulamaya göre, eğer talebimiz yerinde bulunursa, Türk yargısı 16 Mart Davasını bir kez daha, ama bu kez gerçeği ortaya çıkarmak ve adaleti tesis etmek üzere yeniden açmak zorunda kalacaktır. Kısacası; 16 Mart Davası karanlıkta hüküm süren birlerinin içine korku salmaya, bu ülkenin adalet arayan onurlu yurttaşları için de umut olmaya devam edecektir, ”