Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Sadi Çaycı, günümüzde ülkeler arasında sınırların kalktığına dikkat çekerek, avukatların belli konularda uzmanlaşması gerektiğini söyledi. Çaycı, “milletler arası hukuk dahil, özel hukuk alanında iyi yetişmiş ve dil bilen elamanlara ihtiyaç var” dedi. Türkiye’deki yargı sistemi ile devletin hukuka bakışını eleştiren Çaycı, “Kitapta başka, uygulamada başka şeyler oluyor. Hukukun üstünlüğünü bir türlü anlayamadık. Bunu anlayamadığımız için olmadık sorunlarla karşılaştık. Bunun önlenmesi için, Devlet yöneticilerinin “sandığın üstünlüğü” kavramından önce “hukukun üstünlüğü” kavramını içlerine sindirmeleri gerekir. Bunun, -kendileri dahil- herkes için bir kasko sigortası gibi olduğunu anlamaları gerekir” değerlendirmesini yaptı.

Adaletbiz/Yeşim TURAN: Öncelikle Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi hakkında bilgi verir misiniz?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Başkent Üniversitesi hukuk fakültesi, Eskişehir yolu üzerindeki Bağlıca kampüsünde. Yerleşimi çok rahat ve uygundur. Üniversitenin Öğrenci yurdu var. Öğrenci yurduna ait sosyal tesisler, sağlık merkezi var. Dolayısıyla Ankara dışından gelen öğrenciler için çok uygun yerleşim düzeni var. İlk bakışta şehirden biraz uzak gibi görünürse de yeterli servis imkanı var. Otoparkı ve EGO otobüsleri düzeni var. Hukuk fakültesi, üniversiteyle birlikte, 1997-1998’de öğretime başlamış. Birkaç dönem mezun vermiş durumda. En son bu haziran döneminde 146 mezunumuz var, yani, yeni bir hukuk fakültesi değil. Oturmuş bir düzene ve kadroya sahip. Biz bu fakülte ile gurur duyuyoruz.

Çok sayıda açılan Hukuk Fakülteleri hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Bu biraz da “gelişmekte olan” demokratik düzenlerin cilvesi diyelim. Popüler yaklaşımlarla yapılan icraat. Bunlar objektif kriterlere uymayan, dolayısıyla mantıkla izahı güç oluşumlar. Pek çok hukuk dalında Türkiye’deki mevcut profesör sayısından çok fazla hukuk fakültesi var. Üniversite, bir yerde boş bina bulup da levha asıp sembolik atamayla açılabilecek bir kurum değildir. Tabirimi maruz görsünler. Eczane açar gibi üniversite açılmaz. Böyle bir yaklaşım, “üniversite” kavramının ciddiyeti ile bağdaşmaz. Hukuk alanında, bugünkü çağdaş toplumun devlet düzeninin temelini oluşturan bir kavramı yönetecek - yönlendirecek ekip yetiştireceksiniz. Bugün 80 kadar hukuk fakültesi olduğu söyleniyor. Hukuka verilen önemi gösteriyorsa sevindirici ama, hukuk uygulamalarına ilişkin gerçeklikleri dikkate aldığımız zaman, biraz fazla popülist yaklaşımların ürünü olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan, Fakültemizdeki öğretim üyesi sayısı, profili ile yeni açılan fakülteler açısından çok fark var.

Günümüzde yeni sektörlerin oluşmasını düşünürsek, avukatlar gelecekte daha çok hangi alanda uzmanlaşmalı?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Ülkemizde avukatlık mesleğinin önemi, işlevi, avukatların statüsü tam anlaşılmış değil. Daha bugünkü Resmi Gazetede gözüme çarptı, İçişleri Bakanlığı ile ilgili önemli bir atama listesi var. Bu listenin önemli bir bölümü, İçişleri Bakanlığının kendi teşkilatlarındaki hukuk müşavirliklerine yapılan atamalar. Falanca vali yardımcısı, filanca genel müdür... Böyle hukuk müşavirliği olmaz. Hukuk müşavirliği çok çok önemli bir görevdir. Bağımsız ve güvenceli bir statüye sahip Avukatlar dışında bir kısım kamu görevlilerinin hukuk müşavirliğine atanması, yürürlükteki kanunlara uygun olabilir, ama, olması gerekene uygun değildir. Bir kurum avukatının, yani hukuk müşavirinin, aynı savcı ve hakim gibi, kurumunun görev alanında uzmanlık sahibi, ancak, kurum yönetiminden bağımsız olması gerekir. Onun, amir makamını kırmamak düşüncesiyle konulara olumlu yaklaşmak yerine, gerektiğinde hayır diyecek ve bundan sonra da görevi ile ilgili bir endişesi olmayacak bir statüde bulunması gerekir. Hukuk ile tıp birbirine çok benzer, koruyucu hekimlik – tedavi edici hekimlik ayırımı bağlamında. Bizde anlaşılmayan bir nokta da budur. Çağdaş avukat, eylemleri ve işlemleri baştan hukuka uygun gerçekleştirmeye yardımcı olan, böylece, müvekkilini mahkemeye götürmemeyi başaran avukattır. Bugün uzlaştırma mekanizması olarak mevzuata dahil edilen ancak sürekli olarak tartışılan bir konu var. Oysa günümüzde makbul olan, nitelikli ve yeter sayıdaki avukatlar eliyle kurumların ve önemli kişilerin hukuk ilişkilerinin yürütülmesi ve dolayısıyla olabilecek uyuşmazlıkların önlenmesi, bu mümkün olmazsa, o zamanda yargıya götürmeden uyuşmazlığın çözülmesinin sağlanmasıdır.

Bugünün ekonomik finans düzeninde ulusal sınırların önemi kalmadı. Mali, ekonomik güç, teknolojik güç, sermaye çok önemli. Katar küçük bir devlet diye kimse onu görmezden gelemez. Katar’ın bugün bölge politikasında oynadığı rolü düşündüğünüzde, paranın nasıl nüfus ve coğrafi alan büyüklüğü kavramlarının önüne geçtiğini görürsünüz. Sınırlar kalkmış, ticari ilişkiler gelişmiştir. Dolayısıyla özel hukuk alanında iyi yetişmiş ve dil bilen avukatlara ihtiyaç vardır. Dil konusunda şöyle yanlış bir anlayış var: Öğrenciler bize danışırlar, İngilizce öğrenim görsek, İngiltere’de yüksek lisans yapsak… gibi. Bu sorular, tabloyu ve ihtiyacı tam - iyi görememekten kaynaklanıyor. Türkiye’yi örnek alalım. Çok sayıda yabancı firma var. Bunlar Türkiye’de iş yapıyorlar. Merkezleri belli başka ülkelerde. Bunlar burada iş yaparken, iyi – nitelikli avukatlarla çalışmak isterler. Bu açıdan avukatlarımızın İngiltere’de yüksek lisans yapması çok önemli olmayabilir. Yabancılar, Türk hukuk sistemini çok iyi bilen, ama olan biteni de kendisine çok iyi anlatabilmek bakımından yeterli yabancı dil bilgisine sahip hukukçularla çalışmak istiyorlar. Milletler arası özel hukuk, yabancı unsur içeren hukuk ilişkilerinde oluşabilecek bir uyuşmazlığın hangi hukuk esas alınarak çözümleneceğini değerlendiren – düzenleyen bir özel hukuk dalıdır, iç hukuk dalıdır. İşte avukatların, bu bağlamda yabancı dile önem vermesi, başta milletler arası özel hukuk olmak üzere, özel hukuk konularına daha çok önem vermesi gerekir. Günümüzün gerçeği ve gereği bu.

Sizce hukuk fakültelerinde verilen eğitim günümüzde adil yargılanma hakkının yerine getirilmesi için yeterli mi? 

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Dünyanın hiçbir yerinde -ABD dahil- mükemmel işleyen bir yargı sistemi diye bir şey yok. Buna rağmen bir not verirsek, onlar bizden çok ileriler. Yoksa ben size öyle makaleler gösteririm ki, “ABD’de, İngiltere’de, İtalya’da böyle şeyler olabilir mi?” dersiniz. Ancak, karşılaştırdığınız zaman, bizdeki yanlışlıklar, bunların yoğunluğu çok daha fazla. Türkiye’de bir kitap –yürürlükteki mevzuat- var bir de uygulama var. Dünyanın her yerinde, doğal olarak, “kitap” ile “uygulama” arasında her zaman bazı aksaklıklar ve farklılıklar olabilir. Bu, Batıda da böyledir, ama orada kitap ve uygulama, bizdeki kadar birbirinden kopuk değildir. Bizde Devlet bir çok idari eylem, işlem yapıyor. Kayıtlara göre hepsi mükemmeldir. Sorun şuradadır ki, örneğin çoğu zaman, gerekçe olarak alınan veriler gerçekle bağdaşmaz, ama eylem – işlem, “kitabına uydurulur”. O zaman da “hukuka uyma” değil, “hukuk uydurma” söz konusu olur. Biz bu ince ayırımı bir türlü anlayamadık, anlamak istemedik. Hukukun üstünlüğü kavramını bir türlü özümseyemedik. Böyle olduğu için de, olmadık – gereksiz pek çok sorunlarla karşılaştık. Bunun önlenmesi için Devlet yöneticilerinin, “sandığın üstünlüğü” kavramından önce, hukukun üstünlüğü kavramını içlerine sindirmeleri gerekir. Hukukun üstünlüğü kavramını iyi anlamaları gerekir. Bunun, -kendileri dahil- herkes için bir kasko sigortası gibi olduğunu anlamaları gerekir. Hukuk bir gün herkese lazım olur.

Türkiye’deki yargı sistemi güvenilir mi? Siz bir hukukçu olarak Türkiye’de “adil yargılanma” olduğunu düşünüyor musunuz?

Prof. Dr. Sadi Çaycı:  “Kitap” ve “uygulama” ayırımına dair söylediklerim bir fikir vermiş olmalı. Yönetimde hangi siyasi felsefeye mensup ekipler olursa olsun, hukuk özünde değişmez. Oysa ülkemizde eskiden bu yana, adalet mekanizmasının, hâkim ve savcıların yeri kavranmak istenmiyor, bunlar normal, sıradan birer devlet memuru gibi görülüyor. Bu böyle olmamalı. Olamaz. Bugün Türk Devlet yapısında pek çok yerde, genel idare hizmetleri sınıfında çalıştırılan hukukçular “hukuk müşavirleri” olarak kullanılıyor. Buna çok önemli bakanlıklar da dâhildir. Böyle hukuk müşavirliği olmaz. Bu statüde yapılan, olağan memurluk, bir nevi sekreterliktir. Yargıda da benzer uygulamalar söz konusu. Meslek içi eğitim dahil, sürekli eğitimin önemi iyi anlaşılmalı. Bu faaliyetler formalite gereği yapılmamalı. Katılımlar formalite gereği olmamalı. Formalite olarak istediğiniz kadar seminer düzenleyin. Bunu benimseyerek yapmıyorsanız, formalite olarak düzenliyor / katılıyorsanız, bunun pek bir katkısı olmaz. Batı ile aramızdaki fark da bu zaten. 12 Eylül sonrasında batıdan insan hakları konularında Türkiye’ye çok fazla şikâyet gelir, mektuplar gelirdi. İlgili makamlarla görüşürler, heyetler gelir bilgi almaya çalışırlardı. Biz onlara iddiaların - şikayetlerin yanlış olduğunu, Anayasa’da, yasalarda şöyle şöyle yazdığını söylerdik. Buna göre bu dediklerinin mümkün olmadığını söylerdik,  ikna olup giderlerdi. Sonraki yıllarda onlar da kitapta yazılanla uygulamadakinin farklı olduğunu gördüler. Artık salt mevzuat onları –haklı olarak- tatmin etmiyor.

Türkiye’de 23 yaşında yargıç olunabiliyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir? Bu doğru bir uygulama mıdır?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: “Yargıç olunuyor” denildiğinde, hemen mesleğin başında, çok önemli – karmaşık davalara bakan, son karar merciinde oturan biri olarak algılamayın. Amerikan - İngiliz sisteminde başka bir felsefe hâkimdir. Sizin sorunuzdan ben şunu algılıyorum. Mesleğin belli kademelerini aşmış, askerlikteki deyimiyle general, mülki idarede vali, dışişlerinde büyükelçi olacak seviyeye gelmek gibi, hakimlik de yargıdaki en üst derece meslek statüsü olmalıdır. Ancak, hâkimlik ve savcılığa başlama seviyesi – aranacak nitelikler bakımından, bugünkü sistem de savunulabilir. Zira yargıçların eylemleri denetimsiz değildir. Çok basit bir tutuklama kararından, arama kararına kadar, hepsine karşı kanun yolları açıktır. Herkes hata yapabilir. Hakimler dahil. Yüksek mahkemeler bile, zaman zaman –hem de oybirliği ile- yanlış bir karar verebilirler. Şunu yerleşik ama yanlış bir kültür unsuru olarak zihnimizden atmamız gerekiyor: “Sıfır hata” diye bir gerçeklik olmaz. Olamaz. Dolayısıyla örneğin hakimler, emsallerine göre daha az hata yapıyorlarsa bu yeterlidir. Bakın ben size başka bir örnek vereyim. Biz kendi Anayasa Mahkememizi eleştiririz ya: şunlar bu taraftan, diğerleri o taraftan. Yani, “yanlılar”. Oysa bu, eşyanın tabiatında var. Anayasa Mahkemesi düzeyindeki konuların siyasi hiç bir yönünün olmaması düşünülemez. Dolayısıyla bir üye hangi Cumhurbaşkanı zamanında seçilmişse, çoğu zaman, o siyasi felsefeye uygun yönde oy kullanır. Bu, bizde de böyledir, ABD’de de. Amerikan Yüksek Mahkemesinde çok uzun yıllar görev yaptıktan sonra kendi isteğiyle emekli olmuş çok meşhur bir hanım hakim (Sandra O’Connor) vardı. Bu hâkim öyle saygın bir hâkimdi ki; meslek hayatı boyunca ABD Yüksek Mahkemesinde bir denge unsuru olmuş. Nasıl mı? Bunlar toplam 9 kişi. 4 + 4 + bu hanım hakim. Çekişmeli konularda, bu hakim hangi yönde oy kullanırsa Yüksek Mahkemeden o yönde karar çıkmıştır doğal olarak. Ama, eleştirilecek bir yanını bulamamışlar. Sonuç olarak, evet, hakimler de hata yapabilirler ve hatta yapmalıdırlar. Demin sözünü ettiğim bayan hakime göre de, ara sıra mahkemeler de çılgınlık yapmalılar. Buna rağmen başlarına bir şey gelmemesi, o mahkemenin statüsünün fiilen de güvence altında olduğunu kamuoyuna gösterecektir. Bir de bizde çok irdelenmeyen başka bir yakınma konusu var. Hakim dediğiniz kişi herhangi bir siyasi / dini / mezhepsel görüşte olabilir. Bir başka ABD federal hakimi bayan şunu diyor: Önemli olan, o hakimin kürsüye oturduğu zaman kendi kafasındaki bireysel düşüncesine göre mi, yoksa yürürlükteki mevzuata göre mi karar verdiğidir. Mevzuata göre karar veriyorsa sorun yok. Verilen karar, hakimin kişisel inançlarına uymayabilir. Ama hakim orada bir kamu görevi yapmaktadır. Anayasa ve kanunlar neyi gerektiriyorsa, hakimin görevi onun gereğini yerine getirmektir. Bir yargıçtan beklenen kişisel görüşlerinin gerekleri değil, mevzuatın gereği gibi uygulanmasıdır.

Hükümet arabuluculuk sistemini getirdi, buna bazı barolar karşı çıktı. Siz Arabuluculuk sistemini nasıl buluyorsunuz?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Biraz önce sözünü ettiğim, “önleyici hukuk” yaklaşımı önemli. Bir avukatın görevi, öncelikle, bir hukuki uyuşmazlık çıkmasını önlemektir. Buna rağmen, uyuşmazlık ortaya çıkabilir. O zaman da bunu en doğru, en ucuz, en çabuk şekilde uzlaşmayla sonuçlandırmak, yine avukatın öncelikli görevi olmalıdır. Burada, özel hukuk ilişkilerinden bahsediyoruz. Alacak, borç ilişkileri... Bunlar öyle alanlar ki, insan haklarındaki kişi mahremiyetini düşünün. Devletin o alana çok girmesi istenmez. Ticari alan da öyle bir şeydir. Öyle durumlar olabilir ki iki taraf, bunun aleniyete çıkmasını istemeyebilirler. Bu yöntem, her şeyden önce, bu gibi uyuşmazlıkların pratik çözüm yöntemidir. Önemli olan, tarafların kabul edeceği adil ve makul bir çözümü bulmak, tarafları yargılama giderlerinden ve uyuşmazlığın sürüncemede kalmasından kurtarmaktır.

Özel yetkili mahkemeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Şimdi, bu hep tartışma konusudur. Yine yürütme ve yasama, özellikle yürütmenin yargı karşısındaki konumunun bizde uyandırdığı olumsuz bir anlayış - deneyim var. “Özel maksatlı mahkeme” başka bir şeydir, “uzmanlık mahkemesi” başka. Uzmanlık mahkemesi olduğuna herkesi inandırıyorsanız, burada sorun yoktur. Elbette askeri yargı, Sayıştay, vergi mahkemeleri olacaktır. Adli - idari – askeri yargı kolları olacaktır. Ama hukuk, hukukun üstünlüğü kavramı ile izah edemeyeceğiniz başka türlü ajandalarla böyle bir mekanizmayı oluşturuyorsanız, buraya yapılacak atamalarda da beklentileriniz olan kadrolara öncelik verdiğiniz algısı kamuoyunda yaygınsa, orada bir sakatlık vardır. Çünkü adil yargılanmadan bahsettiğiniz zaman sadece formalitelere uymak yetmiyor, icraatın adil – objektif görünümünün de genel kamuoyuna yansıması gerekiyor. Bizim uygulamalarımızda çoğu kez bu boyutlar ihmal edilmiştir. Niye böyle oluyor? Kuvvetler ayrılığı ve düzenli idare ilkelerine aykırı olarak, uygulamada, siyasi bir takım sorunları yargıya veya orduya; yargının çözmesi gereken hukuki uyuşmazlıkları yasama organına çözdürmeye kalkarsanız, bunun sonu bataklık olur. Örnek: Güneydoğu sorunu. Başörtüsü sorunu. Cemevleri sorunu. Bu gibi siyasi ve / veya toplumsal konuların – sorunların çözüm yeri TBMM’dir. Öyle konular vardır ki bunların yargı önünde çözülmesi uygun değildir. Hatta uyuşmazlık sadece siyasi bir konu ise, Amerikan - İngiliz ekolünde “dış politika doktrini” uygulanır. Mahkemeler o konuya bakmaz, karışmaz, reddeder. Çünkü ben der, o konuda karar alırsam örneğin hükümetin dış politikayı tayin ve yürütme yetkisine müdahale etmiş olurum. Bu yüzden karışmazlar. Dolayısıyla sizin sözünü ettiğiniz sorunların bir bölümü, toplumsal, siyasi ve diğer sorunların uygun olmayan makamlar önünde çözülmesi çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır: “Biz bunları tutuklarsak, cezaevine koyarsak, filanca akım önlenir.” Oysa siyasette böyle bir anlayışa yer olmamalıdır. “Biz filanca dergiyi, partiyi kapatırsak, sorun kalmaz” mantığı gerçekle bağdaşmıyor. Bu muhakemeyi zamanında yapamadığımız için, sınama - yanılma yöntemiyle hareket ettik ve çok ağır faturalar ödedik.

Yargının iş yükünü azaltmak için meclisten paketler çıktı. Bu işe yaradı mı? Sorunlar çözüldü mü?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Hiçbir işe yaramaz. Çünkü anlayışın değişmesi gerekir. Bu bir zihniyet sorunu. İster askeri, ister sivil yargıyı esas alın. Herhangi bir konuda bir satırlık dilekçenizle, gerekçesi filan da yok, “kararı beğenmiyorum, temyiz ediyorum” dediğinizde temyiz mahkemesinin önünde kocaman bir dosya var demektir. Yargıtay’ın, Danıştay’ın önünde bu şekilde oluşmuş bir iş yığını var. Ne yapılabilir? AİHM uygulamalarını düşünün. “Kabul edilebilirlik” kavramı var. Eğer yüksek mahkemelere giden dosyalar, öncelikle bu yönden incelense, çok sayıda dosya – talep, daha başlangıçta reddedilecektir. Temyiz mahkemelerinin yükü böyle azaltılır. İkincisi kamu yönetimine çok önem veriyorum. Çünkü bizdeki uyuşmazlıkların önemli bir bölümünün muhatabı, tarafı, kamu yönetimidir. Kamu yönetiminin hukuka inanması gerekir. Bir devlet düşününki kendisi kanun çıkarıyor, ondan sonra kendi düşüncesine uymayınca nasıl öyle değil de şöyle yapabiliriz düşüncesiyle kurum hukuk müşavirlerine başvuruyor. Bu olumsuz yaklaşım da mahkemelerin iş yükünü arttırıyor. Uyuşmazlıklar, çözülmesi maksadıyla değil, sürüncemede bırakılması maksadıyla yargıya yönlendiriliyor. Kabul edilebilirlik kavramının, bütün ikinci ve daha üst derece mahkemelerin yargılama usulüne girmesi gerekir. Bir defa bir gerekçe göstereceksiniz. Örneğin mahkûm oldunuz, hükmü temyiz edeceksiniz, haklı ve kabule değer bir gerekçe göstereceksiniz. İkincisi yüksek mahkemenin bir bölümü bu talebi incelerken, belirtilen gerekçe doğru olsa bile sonucu – etkisi ne olur ki, diye bir muhakeme yürütecek. Böyle olabilirse, göreceksiniz dosyaların önemli bir bölümü eriyecektir. Yoksa sadece Yargıtay ve Danıştay’ın üye sayısını arttırmanız işe yaramaz.

Hükümet, yeni Anayasa değişikliği önerisinde yargının tek çatı altında birleştirilmesini önerdi. Sizce nasıl olmalı?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Pratik değil. Demin söylediğim uzmanlık mahkemeleri kavramı hatırlanmalı. Uzmanlık kavramının sonucu, yargı yollarının farklı olmasıdır. Hepsini bir yerde görmenin mantığı yok. Bir de yerleşik düzen var.

Avukatların tutuklanması hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: “Siyasi iktidar olmuşuz, bir kısım kişi ve gruplar bizim hoşumuza gitmeyen şeyler yapıyor, bunları bir şekilde içeri tıkarsak uslanırlar” düşüncesi yanlış. Böyle bir şey yok. Gerçekten ağır cezalık bir suç işlenmiş olduğu hakkında güçlü – somut belirtiler varsa, gerçekten kaçma ve delilleri karartma şüphesi varsa tutukluluk söz konusu olabilir. Ama amacını aşan tutukluluk savunulamaz. Avukatlar gibi özel statüleri olanlar bakımından ise tutukluluk çok, çok istisnai bir gereklilik olabilir.

Avukatların ve yargının sorunlarını çözmek için sizce hangi adımlar atılmalı?

Prof. Dr. Sadi Çaycı:  Sorunların tespiti ve dile getirilmesi konusunda ana sorumluluk Barolara ve Barolar Birliğine düşer. Ben inanıyorum ki Türkiye Barolar Birliğinin (TBB) yeni yönetimi altında bunlar yapılır. Avukat topluluğu geniş bir topluluktur. İçinde her görüşten insan vardır. Ama ortak payda hukuktur. Bunu anlamamız gerekir. Hukuk ortak paydasında buluşabilmek lazım. Hukuku tamamen siyasi görüşünüze göre bir tarafa çekmemeniz gerekir. Barolar ve TBB bunu başarabildiği takdirde, baroların demeçlerinin, icraatlarının ses getirebileceğine inanıyorum. TBB, bir konuda açıklama yaptığı takdirde bunu reddedecek bir hükümetin ve parlamentonun çok düşünmesi gerektiğine inanıyorum. Barolar ve Barolar Birliği, rejimin temel kurumlarından biridir. Ve öyle olmalıdır.

Avukatlık Kanunu’nun da ki reklam yasağı hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Prof. Dr. Sadi Çaycı:  Bu da bizde eski yıllardan kalan, pek gerçekçi olmayan bir şey. Hekimlikte de bu böyle. Ben bilgilendirme amacıyla sınırlı reklama – tanıtıma karşı değilim. Ama haksız rekabet sonucunu doğuracak, o sınırı aşan faaliyetlerin de ciddi olarak takip edilmesi gerekir.

Gezi direnişi konusunda değerlendirmeleriniz nelerdir?

Prof. Dr. Sadi Çaycı:  Bu siyasal konuların salt bazı yasa hükümlerine sığınılarak ve bazı kavramlar saptırılarak çözülemeyeceğine çok iyi bir örnektir. Demokrasinin nasıl hassas bir düzen olduğuna anlatmak için bir örnek vereyim. Diplomasiyi ve diplomatları biliriz. Her ne kadar “monşer” olarak adlandırılıyor ve biraz küçümseniyorlarsa da… Onlar milletler düzeyinde çok elektrikli konuları kavga dövüş etmeden konuşup çözebilen insanlardır. Birisine bir şeyi kabul ettirmek için illaki onun boğazını sıkmanız, silah kullanmanız gerekmez. Onlar diplomatik dil konusundan çok uzmandırlar. Birisine çok ağır sözler söylemeden, kullandıkları kelimelerle ne demek istediklerini gayet iyi anlatırlar. Dövüş olmadan bu süreç devam eder. Demokrasilerde de bu diplomatik dile benzer mekanizmalar var. Bunun başı düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Toplantı ve gösteri, örgütlenme özgürlüğüdür. Siz veya ben, bir grup insan ellerinde pankartlarla sokağa çıkma ihtiyacını hissetmişlerse, diplomatik dilde yönetim makamlarının bunu ayaklanma gibi algılaması ve ciddiye alması lazım. Engellemek yerine, dile getirilen sorunları - yakınmaları irdelemesi lazım. Çağdaş demokratik devlet kavramını sandıktan çıkan bir çoğunluğun mutlak iradesi olarak anlarsanız bu sizin çağdaş hukuk kavramını hiç anlamadığınızı gösterir.

Diyelim ki meclisin tamamını ele geçirdiniz, böyle diye köleliği, ırk ayrımcılığını, angaryayı getirebilir misiniz? Dolayısıyla milletler arası hukukun bütün milletleri bağlayan amir hükümleri var. İnsan hakları hukuku diye bir kavram var. Bu kavramların amacı da bu zihniyeti önlemektir. Sandık önemlidir, ama mutlak bir çoğunluğa sahip olmanın bile hukuk devletinde ancak sınırlı yetkiler getirdiğini kabul etmek lazım. Dolayısıyla o olayların ciddiye alınması, anlayışla karşılanması gerekirdi. Bu yönüyle kendilerine yakın çevrelerinden dahi eleştiri almışlardır. Buna karşılık o eylemlerin de amacına ulaştığı anda bırakılması lazım. Çünkü uzattıkça başka kişiler içine giriyor ve kazandığınız prestiji kaybediyorsunuz. Mesaj bence hükümet çevrelerince alınmıştır. İnşallah bunun somut sonuçlarını görürüz. Yoksa iş çok zor…

Gezi eylemleri sonrası sosyal medyanın kısıtlanması için düzenlemeler yapılacağı konuşuldu. Sizce sosyal medya özgür mü olmalı yoksa bir takım düzenlemelerle kontrol altına alınmalı mı?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Şimdi biraz önce hukuk müşavirlerinin öneminden bahsettik. Bu değindiğiniz konu devletin istihbarat yeteneğinin niteliğiyle çok yakından ilgili. Dış mihraklar dâhil böyle ortamları kullanacak çok sayıda yabancı unsur – grup - kuruluş olabilir. Bu, hayatın gerçeğidir. Bunların ayrımını yapmak devlet istihbarat kurumlarının görevidir. Aykırı fikirler içerse bile, iyi niyetli vatandaşlar topluluğunun faaliyetleri ile o tür –yıkıcı- faaliyetleri ayırt etmek lazım ve gerekli tedbirleri almak lazım. Ama toptancı ve kolaycı bir yaklaşımla hepsini yasaklayarak, hepsini hedef tahtasına koyarak bu işi çözdüğünü zannetmek, geçmiş dönemlerdeki uygulama hatalarının sürdürülmesi anlamına gelir.

Gezi eylemlerinde vatandaşlara pala ile saldıran kişi serbest kaldı, ancak bayrak satan yurttaş tutuklandı. Bu konudaki görüşünüz nedir?

Prof. Dr. Sadi Çaycı:  Üzücü. Kabul edilebilir değil.

Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunlarının mesleki eğilimleri konusunda bir araştırmanız var mı? Ağırlıkta Avukatlık mı, yargıçlık mı tercih ediliyor?

Prof. Dr. Sadi Çaycı:  Avukatlık tercihi daha yaygın. Hâkimlik ve savcılık sınavlarında da diğer üniversitelerle kıyasladığımızda iyi bir yerdeyiz.

Hukuk öğrencilerine tavsiyeleriniz neler olabilir?

Prof. Dr. Sadi Çaycı: Öğrenime birinci öncelik verecekler. Üniversiteye girmek kolay bir olay değil. Çok çalışıp, çok sıkıntılı bir dönemden geçip üniversiteye geliyorlar. O sıkı ve zor koşullardan birden bire serbestlik ortamına geldiklerinde bir şaşkınlık dönemi oluyor uzun süre. Ve nereye gitmekte olduklarını anladıklarında iş işten geçmiş oluyor. Kuşkusuz arkadaşlıkları olacak, gezecekler, eğlenecekler, ama bir numaralı öncelikleri derslere devam ve dersleri anlamak olmalıdır. Şu veya bu şekilde sınav geçilebiliyor, diploma alınabiliyor. O diploma dediğiniz belgenin arkasında gerekli birikim oluşturulamamışsa bir işe yaramıyor. Bugünkü dünyada bilgi gerçek güçtür. Amerika, silahlı kuvvetleri güçlü olduğu için değil, bilgi açısından güçlü olduğu için güçlü bir ülkedir. Akıl, bilgi ve bilim yolundan giden uluslar gibi, bireyler de, alanında derin bilgi sahibi iseler işlevsel olabilirler. Diyelim ki anayasayı, ticaret kanununu ezberlediniz ama ne anlama geldiğini kavrayamadınız, işlevinin ne olduğunu kavrayamadınız. Neye yarar? Dolayısıyla öğrencilerin hukuku öğrenmeleri, bilmeleri yetmiyor, anlamaları ve çözümleyebilmeleri de gerekiyor. Bu şekilde bir birikimle mezuniyet aşamasına gelirlerse pek çok yol kendilerine açılabilir.

Bir de yabancı dil önemlidir. Sadece yerel çalışacak ve gözü yukarıda olmayanlar için yabancı dil önemli olmayabilir. Ama bugünkü rekabet ortamında, ortalama profilin üstüne çıkmak isteyenler için işe yarayan bir dil bilgisine sahip olmak çok önemli. Kamu hukuku için İngilizce ve / veya Fransızca; özel hukuk için İngilizce ve / veya Almanca. Eğer zaten dış işleri, dış ticaret, mali ilişkililerle ilgili bir yerde çalışacaksa, bizim neslimizi bir yabancı dil kurtardı, ama onlar için bir dilden fazlası gerekli. Adam Kanadalı, İngilizce ve Fransızcayı anadili olarak biliyor. Onlarla bir uluslararası forumda oturduğunuzda, oturum başkanlığını bir kendinizin yaptığını düşünün, bir de onun yaptığını düşünün. Onların iletişim becerisi sizden çok ileridir. Dolayısıyla bir yere gelmek için artı puandır. Yabancı dilin önemini unutmamaları gerekir.

Bir de derslerin de dışında staj imkânlarından yararlanmaları gerekir. Aynı şekilde, sertifika programları vardır. İlgisini çeken konulara bir el atsın, tatsın. Bu açıdan da hem seçimlik dersleri kullanması lazım, hem de bu staj ve sertifika tarzı programlara girmesi gerekir. Bu kendisini bir yere yönlendirecektir.

Teşekkürler…

Adaletbiz/Yeşim TURAN