Yaşarken ondan haberdar olan kamuoyunun ölümünden hiç haberi olmadı. Onun yaşamından öyle veya böyle ‘haber değeri’ damıtmayı başaran ‘güzide’ basınımızın bu ölümden bir 'üçüncü sayfa haberi' bile çıkartamamış olması, medyanın temellerindeki değer kaymasına işaret etse de; şüphesiz, bu hâl Mehmet Şakir İsot’a değerinden hiçbir şey kaybettirmeyecektir.

12 Eylül'ün işaret fişeği sayılan 16 Mart 1978 katliamının faillerinden Zülküf İsot’un kardeşi olan Mehmet Şakir İsot, bu katliamın peşini bırakmayan (ve ölen gençlerin arkadaşları olan) avukatların 1988 yılında kamuoyuna yaptıkları çağrıya karşılık verip, ailesini de tanıklık yapmaya ikna etmiş; -ödeyeceği bedellerin ağırlığını bile bile- savcılıkta da mahkemede de bir an bile şaşmadan (ailesiyle birlikte) tanıklık görevini harfiyen yerine getirmiştir. Bu tanıklıkla,  16 Mart davasının yeniden açılmasına yol açan İsot’lar kamuoyunun gündemine oturunca, Aile'nin, özellikle de Mehmet Şakir’in zor günleri de başlamıştır.

Her ne pahasına sistemin baskı ve kuşatmasına direnen; başını hiç öne eğmeyen Mehmet Şakir, bedeninde yıllar içinde sinsice ilerleyen, son üç yılda ise tüm hoyratlığıyla açığa çıkan amansız bir hastalığa, kansere yenik düştü. Geride, kıvırcık siyah saçlı, zeytin gözlü iki minik kız çocuğu, acılı bir aile, hüzünlü ama bir o kadar onurlu hayat hikayesi bırakarak…

Elazığlı bir memur ailesinin dört çocuğundan en küçüğü olan Mehmet Şakir’in 16 Mart katliamının faillerinden olan ağabeyi, saldırıdan üç ay sonra, 1978 Haziran’ında, 'kan kardeşim' dediği bir başka ülkücü tarafından ‘kaza kuşunu’ ile beyninden vurulup öldürüldüğünde, Mehmet Şakir daha çocuk denecek yaştadır. Ama, ağabeyini kaybetmenin acısından daha büyük bir acıyı (bir katilin kardeşi olma acısını) yüreğinde hissedecek kadar da büyüktür.

O tarihlerde, koyu Ecevitçi İsot Alesi’de ayrık otu gibi biten, karşı safta militanlığa da soyunan ülkücü bir ağabeyi vardır Mehmet Şakir'in. Aile içinde hiç kimse Zülküf’ün ne yapıp edeceğini kestiremezse de; aile onun hep bir takım ‘karanlık işler’ çevirdiğinden şüphelense de; yine de hiç kimse onun bir katil, hele hele bir katliam planın parçası olabileceğini aklının ucundan geçirmemektedir.

Ancak hiç akla gelmeyen bu ‘şey’ İsot Ailesi’nin başına gelmiştir: Zülküf, o tarihlerde, alârmı 12 Eylül’e kurulu, tıkır tıkır işleyen kanlı bir saatin parıldayan (ama arızalı) bir dişlisidir. İsot Ailesi, planlama aşamasına kısmen tanık oldukları, ancak o zaman bir türlü anlamlandıramadıkları bu uğursuz planı, katliamdan sonra pişmanlıkla davadan dönme eğilimi (diğer bir deyişle ‘arıza’) gösteren Zülküf’ün itiraflarıyla anlayacaklar ve dehşete düşeceklerdir. Zülküf’ün 'kan kardeşi' tarafından öldürülmesinden daha acı gelen bu gerçekle, yıllarca yaşamak zorunda kalan ve ne çalacak bir kapı, ne de kendilerine inanacak bir mercii bulamayan İsot Ailesi, üzerlerindeki vicdani yükün ağırlığından ancak; 16 Mart’da öldürülen gençlerin avukat arkadaşları ortaya çıktığında; o güne kadar çalmadık (ve hüsranla dönülmedik) kapı bırakmayan Mehmet Şakir’in onları bulup, onlar aracılığıyla tanıklık yapmaya karar verdiklerinde kurtulacaklardır.

Dönem, 12 Eylül sultasının kol gezdiği, “karakolda doğru söyleyip, mahkemede şaşan” vatandaşların kendi gölgelerinden bile korktuğu dönemdir. İsot Ailesi ise; böylesi bir dönemde, namusluların namussuzlardan daha yürekli olabileceğini gösteren tek somut örnektir. Onların tanıklığı, bir yandan üstü kapatılan katliam dosyasının yeniden açılmasını sağlarken; diğer yandan korkunun esiri olmuş bir toplumun üzerindeki korku perdesinin de aralanmasını sağlamış; ‘korkunun ecele’ faydası olmadığını gören bir çok vatandaş o dönemde 16 Mart ve benzeri davalarda tanıklık yapmaya soyunmuştur.

Tanıklıklarıyla, 16 Mart katliamında Gladyo’nun maskesinin düşürülmesine de katkı sunan İsot Ailesi, bu tanıklığın bedelini fazlasıyla ödemiştir: Önce; yargı önünde tanıklığın heyecanına ve içindeki yangının yeniden alevlenmesine daha fazla dayanamayan baba Kurtuluş İsot vefat etmiştir. Mehmet Şakir, onu kendi elleriyle kabrine koyduğu gün; otoriter ve tavizsiz kişiliğiyle başlarına gelenlerden sorumlu tuttuğu babasına  bir yandan isyanını haykırken; diğer yandan da, hayatında bir kez olsun oğlunu dinleyip tanıklık yapmayı kabul ettiği için ona öpücükleriyle şükranlarını sunmuştur. Babasıyla olan hesaplaşmasını ve helalleşmesini o gün dramatik  şekilde  tamamlayan Mehmet Şakir'in çilesi ise devam edecektir: Menmet Şakir'in tanıklığı onunla yapılan haber ve röpotajlarla medyaya da yansıyınca,o tarihte öğrencisi olduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde politik baskılara ve saldırılara uğrar. Her şeye rağmen büyük bir gayret ve başarı ile Sosyal Antropoloji bölümünden mezun olur; ancak Türkiye'de mesleğini yapama imkanı bulamayacaktır. Bu kez, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın açtığı sınavlara girerek kokartlı tur rehberi olmayı başarır ve ailesinin geçimini sağlamak amacıyla bir süre tur rehberliği yapar. Arkeoloji bilgisi ve kişisel yeteneğiyle aranan bir rehber olmasına rağmen, malum nedenlerle bu sektörde de fazla tutunamaz. Japonya’nın en yüksek tirajlı gazetesi Tokyo Şimbun’un uzun yıllar Türkiye temsilciliğini yapar. Türkiye’de de çeşitli gazetelerde, muhabir olarak, ses getiren önemli dış haberlere imza atan Mehmet Şakir, kişiliği ve dik duruşu nedeniyle buralarda da fazla tutunamaz.

Yakalandığı amansız hastalık ona son üç yıldır bir işte çalışma imkanı bırakmadığından ömrünün son günlerini maddi sıkıntı, açık yaralar ve acılar içinde geçirdi. Ama 2011’in 31 Mart’ında, saat 05:20’de, Burhaniye Devlet Hastanesi’nde hayata gözlerini yumduğunda, sağlığında gülmeyi unutmuş o gergin çehresinde huzurlu, tatlı bir tebessüm kaldı.

TARİHİ BULUŞMA

Mehmet Şakir İsot, ölümünden kısa bir süre önce, 16 Mart katliamında ağabeyleri Abdullah Şimşek’i kaybeden Güzin ve Hülya Şimşek’le (katilin kardeşi ile maktülün kardeşlerini ortak bir acıda buluşturan) çok dramatik ve manidar buluşma ile de kamuoyunun gündemine gelmiştir.

 (http://www.sabah.com.tr/Gundem/2010/06/16/kurbanla_katilin_ailesini_kanserle_savas_baristirdi# )

16 MART KATLİAMI DAVASI

16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde, 7 öğrencinin ölümü, 41 öğrencinin de yaralanmasıyla sonuçlanan bombalı ve silahlı bir saldırı gerçekleşti. Olayla ilgili olarak 1978’de açılan dava, 1984’de tüm sanıkların delil yetersizliğinden beraatıyla sonuçlandı. Olaydan 10 yıl sonra ölen gençlerin avukat olan arkadaşları dava dosyasını yeniden açtılar. Onların kamuoyu oluşturmaları üzerine, İsot Ailesi tanıklık yapınca, avukatların başvurusu üzerine dosyanın zamanaşımına çok az bir zaman kala, 1993’te soruşturma, 1995’te dava yeniden açıldı. Kamuoyunda büyük yankı yaratan bu dava kısa zamanda Gladyo yargılamasına dönüştü. Davanın önü devlet kurumları tarafından kesilirken, müdahil avukatlar da görevlerini yaptıkları için sanık sandalyelerine oturtuldu. Ancak, Ergenekon davasının başladığı gün bu dava da zamanaşımından düşürüldü.

Dip Not: Bu yazı, medya tarafından eksik bırakılan bir görevin kişisel ve vicdani bir sorumlulukla buluşması sonucunda; kamuoyunun ve halkın haber alma hakkına duyulan saygı; yalnızca dizi kahramanlarının vedalarına gözyaşı döken toplumsal ‘duyarlılığımıza’ tepki ve; yürekli bir dosta veda busesi olsun diye kaleme alınmıştır.

Av.Cem Alptekin