Selahattin Demirtaş Anayasa Mahkemesine 17/11/2016 tarihinde , hakkında uygulanan  yakalama, gözaltına alma ve tutuklama tedbirlerinin hukuki olmaması ve soruşturma dosyasına erişimin kısıtlanması nedenleriyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; tutuklamaya konu suçlamaların ifade özgürlüğü ve siyasi faaliyet kapsamındaki eylemlere ilişkin olması ve tutukluluk nedeniyle milletvekilliği görevinin yerine getirilememesi nedenleriyle ifade özgürlüğü ile seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarının ihlal edildiği iddialarına ilişkin bireysel başvuruda bulunmuştur.

Selahattin Demirtaş 20 Şubat 2017 tarihinde, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin (“Sözleşme”) 34. maddesi uyarınca AİHM’sine de bireysel başvuruda bulunmuştur. Her iki başvuruda aynı olaylardan kaynaklanmaktadır.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu Kararında ; Öncelikle terörle mücadele ve PKK başlığı altında Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasına sebebiyet veren olayların değerlendirilmesi bakımından ülkemizde uzun yıllardır süregelen teröre, terörle mücadeleye ve son dönemde yoğunlaşan terör saldırılarına ilişkin bazı bilgilere yer vererek ;

Türkiye’de uzun yıllardır devam eden bir terör sorunu bulunduğunu, Türk Yargısının PKK’yı silahlı bir terör örgütü olarak kabul ettiğini, Anayasa Mahkemesi’nin de PKK’yı terör örgütü olarak kabul ettiğini , geçmişte bazı milletvekillerinin dokunulmazlıklarının PKK bağlantısı nedeniyle kaldırıldığını, uluslararası bir çok kuruluş ve devletin de PKK’yı silahlı bir terör örgütü olarak kabul ettiğini , PKK’nın kurulduğundan beri silahlı mücadeleyi benimsediğini , PKK’nın bir çok kanlı eylem gerçekleştirdiğini vurgulamıştır.

Yine devamla göreceli olarak terör eylemlerinin azaldığı çözüm süreci sonrasında  ise ; 6-7 Ekim Olaylarının , Hendek Olaylarının olduğunu , yine PKK’nın 2015 yılı ve sonrası bir takım kanlı eylemler gerçekleştirdiğini vurgulamıştır.

Selahattin Demirtaş 1/11/2015 tarihinde HDP’den İstanbul milletvekili seçilmiştir. Aynı zamanda HDP eş başkanı olaraktan siyasi faaliyette bulunmaktadır.  Selahattin Demirtaş hakkında yasama dokunulmazlığına haiz olduğu dönemlerde işlediği iddia edilen bazı suçlarla ilgili olarak 31 ayrı fezleke düzenlenmiştir.

Bu fezlekeler incelendiğinde; terör örgütü propagandası yapmak, terör örgütünün etkinliklerine katılmak gibi terörle bağlantılı suçların yöneltildiği görülmektedir.

TBMM Genel Kurulunda 20/05/2016 tarihinde kabul edilen 6718 sayılı yasanın 1. Maddesiyle “yasama dokunulmazlığının” kaldırılması üzerine bu kapsamda Selahattin Demirtaş hakkındaki soruşturma dosyaları ilgili Cumhuriyet Başsavcılıklarına gereğinin takdir ve ifası için gönderilmiştir.

Farklı illerde yürütülen soruşturma dosyaları Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığında bulunan soruşturma dosyası ile birleştirilmiştir. Selahattin Demirtaş, yasama dokunulmazlığı kaldırıldıktan sonra ifadesinin alınması amacıyla kendisine birden fazla yapılan çağrılara icabet etmemiştir. Bu süreçte yaptığı bir takım konuşmalarda da bu çağrılara icabet etmeyeceğini kamuoyuna deklare etmiştir.

SELAHATTİN DEMİRTAŞ’IN GÖZ ALTINA ALINMASI VE TUTUKLULUK SÜRECİ

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı "üzerine atılı suçların vasıf ve mahiyeti, mevcut delil durumu değerlendirilerek" Selahattin Demirtaş’ın gözaltına alınmasına karar verildiğini belirterek ''yakalanarak gözaltına alınabilmesi amacıyla" evinde 4/11/2016 tarihinde arama yapılmasına karar verilmesi talebiyle Diyarbakır 2. Sulh Ceza Hâkimliğine başvurmuştur. Hâkimliğin 3/ 11/2016 tarihli kararı ile Selahattin Demirtaş’ın "üzerine atılı suçlama nedeni ile kaçma ya da delilleri yok etme riskinin yoğun bir şekilde bulunduğu, CMK 118/2 maddede belirtilen şartların oluştuğu" gerekçesiyle başvurucunun -yakalanarak gözaltına alınabilmesi amacıyla- evinde arama yapılmasına izin verilmiştir.

Gözaltı ve arama kararları uyarınca Selahattin Demirtaş 4/ 11/2016 tarihinde Diyarbakır'daki evinde yakalanarak gözaltına alınmış ve aynı gün saat 06.00'ya kadar Diyarbakır Emniyet Müdürlüğünde gözaltında tutulmuştur. Selahattin Demirtaş daha sonra hakkında soruşturma işlemlerinin yürütüldüğü Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına getirilmiştir.

Diyarbakır 2. Sulh Ceza Hâkimliğinin 4/11/2016 tarihli kararı ile Selahattin Demirtaş’ın silahlı terör örgütüne üye olma ve halkı suç işlemeye alenen tahrik etme suçlarından tutuklanmasına karar verilmiştir. Tutuklama kararında, öncelikle "6718 sayılı Kanun 'un 1. maddesiyle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na eklenen geçici 20. madde uyarınca atılı suçlar yönünden yasama dokunulmazlığının bulunmadığı ve bu nedenle soruşturma ve kovuşturma işlemi yapılabileceği" şeklinde değerlendirme yapılmıştır.

Kararda, yukarıdaki olaylara atfen tutuklamanın ön koşulu olan kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu belirtildikten sonra tutuklama nedenlerinin varlığına ilişkin olarak tutuklama müzekkeresinde "müsnet suç için kanunda öngörülen cezanın alt ve üst sınırı, müsnet suçun CMK 100/3. maddesinde belirtilen katalog suçlardan oluşu, verilmesi beklenen cezaya göre tutuklama tedbirinin ölçülü ve gerekli olduğu, bu nedenlerle adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı" değerlendirmesine yer verilmiştir.

Selahattin Demirtaş 8/11/2016 tarihinde tutuklama kararına itiraz etmiştir. Diyarbakır 3.Sulh Ceza Hâkimliği 11/11/2016 tarihinde itirazın kesin olarak reddine karar vermiştir. Anılan karar 14/11/2016 tarihinde başvurucu tarafından öğrenilmiştir. Başvurucu 17/11/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

Anayasa Mahkemesi Önünde Yakalama ve Gözaltına Almanın Hukuka Aykırı Olduğuna İlişkin İddia:

Başvurucu; milletvekili ve aynı zamanda TBMM'de üçüncü büyük grubu bulunan HDP'nin eş genel başkanı olması nedeniyle ifadesi gözaltı kararı verilmeden alınabileceği halde Anayasa ve kanun ile öngörülen usullere uyulmaksızın hakkında yakalama ve gözaltı tedbirlerinin uygulandığını, bu tedbirlerin ölçülü olmadığını belirterek Anayasa'nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

Somut olayda başvurucu hakkında verilen gözaltı kararının hukuka uygun olup olmadığı 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesi kapsamında açılacak davada incelenebilir. Nitekim Yargıtay uygulaması (Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 1/10/2012 tarihli ve E.2012/21752, K.2012/20353 sayılı kararı; Günay Dağ ve diğerleri, § 145) da bu kapsamdaki taleplerle ilgili olarak davanın esasının sonuçlanmasına gerek olmadığı yönündedir. Bu madde kapsamında açılacak dava yoluyla gözaltı kararının hukuka aykırı olduğu tespit edildiğinde başvurucu lehine tazminata da hükmedilebilecektir.

Anayasa Mahkemesi yaptığı incelemede yukarıdaki gerekçe ile 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinde belirtilen dava yolunun başvurucunun durumuna uygun telafi kabiliyetini haiz etkili bir hukuk yolu olduğu ve bu olağan başvuru yolu tüketilmeden yapılan bireysel başvuruların incelenmesinin bireysel başvurunun "ikincillik niteliği" ile bağdaşmadığı sonucuna varmıştır.

Kaldı ki yakalanan veya gözaltına alınan kişi, 5271 sayılı Kanun'un 91. maddesinin ( 5) numaralı fıkrası uyarınca yakalama işlemine veya gözaltına almaya ilişkin Cumhuriyet savcısının yazılı emrine karşı hemen serbest bırakılmayı sağlamak amacıyla sulh ceza hâkimine başvurabilmektedir. Başvuru formu ve eklerinde başvurucunun yakalama işlemine veya gözaltı emrine yönelik sulh ceza hâkimliğine başvuruda bulunduğuna ve bu başvurusunun sonuçsuz kaldığına dair herhangi bir bilgi ya da belgeye yer verilmediğini gözlemlemiştir.

Anayasa Mahkemesi Selahattin Demirtaş’ın hukuka aykırı olarak yakalandığı ve gözaltına alındığı iddiasıyla ilgili olarak yargısal başvuru yolları tüketilmeden bireysel başvuru yapıldığı anlaşıldığından bahisle başvurunun bu kısmının başvuru yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar vermiştir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Önünde Yakalama ve Gözaltına Almanın Hukuka Aykırı Olduğuna İlişkin İddia:

AİHM ; Mahkeme, Anayasa Mahkemesinin Mustafa Avcı davasında varmış olduğu bu sonuç ve içtihatları ışığında, yakalanmasının ve gözaltına alınmasının hukuka aykırılığına ilişkin şikâyetiyle ilgili olarak, başvuranın CMK’nın 91. maddesinin 5. fıkrasına veya aynı kanunun 141. Maddesinin 1. fıkrasının a) bendine dayanarak ulusal mahkemelere başvurmuş olması gerektiği, ancak bunu yapmadığı kanaatindedir. Dolayısıyla Mahkeme, Hükümetin itirazını kabul ederek, Sözleşme’nin 35. maddesinin 1 ve 4. fıkraları uyarınca, iç hukuk yollarının tüketilmemiş olduğu gerekçesiyle, ilgilinin yakalanmasına ve gözaltına alınmasına ilişkin Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasıyla ilgili şikâyetini reddetmektedir.

Anayasa Mahkemesi Önünde Tutuklamanın Hukuki Olmadığına İlişkin İddia:

Selahattin Demirtaş ; Anayasa ile öngörülen usulün dışında yasama dokunulmazlığı kaldırılarak tutuklandığı, ayrıca isnat edilen eylemlerin ifade özgürlüğü ve siyasi faaliyette bulunma hakkı kapsamında olduğu gerekçeleriyle tutuklanmasının hukuki olmadığını ileri sürmüştür.

Başvurucuya göre soruşturmaya ve isnada konu suçların tamamı değişik tarihlerde milletvekili ve bir siyasi parti başkanı sıfatıyla katıldığı miting, basın açıklaması ve konferanslar gibi etkinliklerde yaptığı konuşmalardır. Bu faaliyetleri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerekirken suça konu edilmiştir.

Başvurucu; tutuklama kararının hukuka aykırı olarak verildiğini, tutuklama ve tutukluluğa itirazın reddi kararlarının somut ve hukuki gerekçeden yoksun olduğunu ve kuvvetli suç şüphesini ortaya koyan bir delilin bulunmadığını iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca milletvekili ve bir siyasi partinin eş genel başkanı olması nedeniyle adli kontrol hükümlerinin uygulanması yeterli iken ölçülülük ilkesi ihlal edilerek hakkında tutuklama kararı verildiğini, bu kararın Anayasa'da yapılan değişiklik tarihinden altı ay sonra verildiğini, suça konu edilen açıklamaların birkaç yıl öncesine dayandığını ve tüm delillerin toplandığını, bu nedenle kaçma şüphesinin bulunmadığını belirtmiştir.

Anayasa Mahkemesi Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasının yasal dayanağının bulunduğunu kabul etmiştir. Tutuklamanın ön koşulu olan suçun işlendiğine ilişkin kuvvetli belirtinin bulunup bulunmadığına yönelik yaptığı değerlendirmede ise ;

Kobani olayları ile ilgili olarak HDP’nin sosyal medya hesabından yapılan duyuruyu  (PKK’nın açıklamasından sonra yapılması ve halkı sokağa çıkmaya ve şehirleri işgal etmeye yönelik , benzer olması hasebiyle), Selahattin Demirtaş’ın Hendek olayları ile ilgili olarak yaptığı muhtelif konuşmaları , Abdullah Öcalan'ın ceza infaz kurumunda tutulma koşullarını protesto etmek amacıyla ülke genelinde hükümlü ve tutuklularca ceza infaz kurumlarında başlatılan ölüm oruçlarını desteklemek için yaptığı konuşmaları ( 2012 yılında Kızıltepe'de yaptığı konuşmada" ... demişler ki Öcalan posteri asamazsınız... onu diyenlere açıkça sesleniyorum .... Biz başkan Apo 'nun heykelini dikeceğiz heykelini. “gibi., Başvurucunun PKK terör örgütü yöneticilerinden talimat alarak hareket etmesini (PKK terör örgütünün kurucularından ve yöneticilerinden biri olduğu belirtilen Sabri Ok'un talimatlarına uygun hareket etmesini) göz önüne alarak soruşturma mercilerinin bu değerlendirmesinin olgusal temellerinin bulunduğunu kabul etmiştir.

Anayasa Mahkemesi sonuç olarak yaptığı değerlendirmede; Başvurucu yönünden suç şüphesini doğrulayan kuvvetli belirtilerin bulunduğunu, böylece Selahattin Demirtaş hakkında uygulanan tutuklama tedbirinde kuvvetli suç şüphesinin bulunması şeklindeki ön koşulun gerçekleşmiş olduğunu teyit etmiştir.

Anayasa Mahkemesi tutuklama tedbirinin meşru bir amacının olup olmadığının değerlendirilmesine yönelik yaptığı incelemede;

Diyarbakır 2. Sulh Ceza Hâkimliğince başvurucunun tutuklanmasına karar verilirken işlendiği iddia olunan silahlı terör örgütüne üye olma suçuna ilişkin Kanun'da öngörülen yaptırımın ağırlığına ve suçun 5271 sayılı Kanun'un 100. maddesinin (3) numaralı fıkrasında yer alan katalog suçlar arasında olmasına dayanıldığını gözlemlemiştir.

Bunların yanı sıra yasama dokunulmazlığına ilişkin Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra ilgili Cumhuriyet başsavcılıklarının başvurucuyu ifadesini almak üzere farklı tarihlerde birçok kez çağrı kâğıdıyla davet ettiği ancak başvurucunun bu çağrılara uymadığını da gözlemlemiştir.

Anayasa Mahkemesine göre , Başvurucunun tutuklanmasına karar verilen silahlı terör örgütü üyesi olma ve suç işlemeye tahrik suçları, Türk hukuk sistemi içinde ağır cezai yaptırımlar öngörülen suç tipleridir. İsnat edilen suça ilişkin kanunda öngörülen cezanın ağırlığı kaçma şüphesine işaret eden durumlardan biridir. Ayrıca anılan silahlı terör örgütü üyesi olma suçu, 5271 sayılı Kanun'un 100. maddesinin (3) numaralı fıkrasında yer alan ve kanun gereği "tutuklama nedeni varsayılabilen" suçlar arasındadır.

Anayasa Mahkemesine göre Demirtaş hakkında verilen tutuklama kararında açıklanan kaçma şüphesine ilişkin tutuklama nedenlerinin olgusal temellerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi Demirtaş hakkındaki tutuklama tedbirinin ölçülü olup olmadığına yönelik yaptığı değerlendirmede;

Anayasa Mahkemesine göre; Yasama dokunulmazlığına istisna getirildiği veya bu dokunulmazlığın kaldırıldığı durumlarda milletvekillerinin tutuklanamayacağına ilişkin anayasal bir kural bulunmamaktadır. Milletvekilliği, başlı başına tutuklamaya engel teşkil etmemektedir. Bununla birlikte şüphesiz milletvekillerine isnat edilen eylemlerin siyasi faaliyette bulunma hakkı kapsamında olduğuna ilişkin ciddi iddiaların bulunduğu hallerde tutuklamaya karar veren yargı mercileri kuvvetli suç şüphesini belirlerken daha özenli davranmalıdır. AİHM ’inde milletvekilleri hakkında tutuklama tedbirinin hiçbir koşulda uygulanamayacağına ya da böyle bir tutuklamanın -otomatik olarak- ölçüsüz olduğuna dair bir yaklaşımı söz konusu değildir. Aksine Komisyon, Sakık ve diğerleri/Türkiye başvurusunda devletin birliği ve ülke bütünlüğünü bozma suçlamasıyla milletvekili iken yasama dokunulmazlıkları kaldırılan ve tutuklanan başvurucuların bölücülük propagandası yapma ve/veya silahlı örgüte üye olma suçlarından hüküm giydiklerine dikkat çekmiş; tutuklamanın hukuki olmadığı iddiasını reddetmiştir.

Anayasa Mahkemesi Demirtaş hakkındaki Soruşturma süreci bakımından tutuklamanın ölçülülük ilkesinin bir unsuru olarak "gerekli" olup olmadığını da incelemiştir.

Yasama dokunulmazlığının belirli aşamadaki dosyalar için uygulanmayacağına ilişkin Anayasa değişikliği 8/6/2016 tarihinde yürürlüğe girmiş ve başvurucu hakkındaki soruşturma dosyaları ilgili Cumhuriyet başsavcılıklarına gönderilmiştir. Başvurucu, anılan Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinden yaklaşık beş ay sonra tutuklanmıştır. Bu süreç içinde yapılan işlemler incelendiğinde Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesini müteakip farklı Cumhuriyet başsavcılıklarına gönderilen dosyalarla ilgili fezleke düzenlenmesi, dosyaların yetkili Cumhuriyet başsavcılığına gönderilmesi,birleştirilmesi , başvurucunun ifadesinin alınması için talimat yazılması ve çağrı kağıdı çıkarılması gibi usule ilişkin işlemlerin yapıldığı anlaşılmıştır. Dolayısıyla soruşturma sürecinde soruşturma mercileri başta olmak üzere kamu makamlarının hareketsiz kalmaları söz konusu değildir. Öte yandan terör suçlarının soruşturulması kamu makamlarını ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakmaktadır.

Anayasa Mahkemesine göre; Ölçülülüğe ilişkin somut olayın yukarıda belirtilen özellikleri dikkate alındığında Diyarbakır 2. Sulh Ceza Hakimliğinin isnat edilen suçlar için öngörülen yaptırımın ağırlığını ve işin niteliğini de göz önünde tutarak milletvekili olan başvurucu hakkında uygulanan tutuklama tedbirinin ölçülü olduğu ve adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı sonucuna varmasının keyfi ve temelsiz olduğu söylenemez.

Anayasa Mahkemesi Demirtaş’ın tutuklamanın hukuki olmadığı iddiasına ilişkin olarak bir ihlalin bulunmadığı açık olduğundan başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

AİHM’nin Selahattin Demirtaş’ın  tutukluluk ve tutukluluk halinin devamı kararları hakkındaki görüşü ;

Tutukluluğun Ulusal Mevzuata Uygunluğu Hakkındaki Görüşü:

Mahkeme, başvuranın tutuklanmasına ve tutukluluk halinin devamına ilişkin şikâyetleriyle ilgili olarak, halen devam etmekte olan özgürlükten yoksun bırakmanın yasal olmasını amaçlayan bir başvuru yolunun, etkin olabilmesi için, ilgili kişiye, itiraz edilen özgürlükten yoksun bırakmanın sonlandırılması perspektifini sunması gerektiğini hatırlatmaktadır. Mahkeme, CMK’nın 141. maddesiyle öngörülen başvuru yolunun, başvuranın tutukluluğuna son verebilecek bir hukuk yolu olmadığını tespit etmektedir. Dolayısıyla Mahkeme, Hükümet tarafından bu bağlamda ileri sürülen itirazın reddedilmesi gerektiği sonucuna varmaktadır.

Başvuran, tutuklanmasına ve tutukluluk halinin devamına ilişkin kararların keyfi olduğundan şikâyet etmektedir, bunun esasen iki sebebi vardır. Öncelikle başvuran, Türkiye Büyük Millet Meclisinin milletvekili dokunulmazlığı bulunan bir üyesi olması sebebiyle, tutukluluk kararının ulusal mevzuata uygun olmadığından şikâyet etmektedir. Başvuran ardından, tutuklanmasını gerektiren bir suç işlediğine dair hakkında şüphe duyulmasına sebep olan inandırıcı sebeplerin varlığına ilişkin herhangi bir delil unsuru bulunmadığını iddia etmektedir.

Sözleşme, “yasal yollara” riayet edilmesi de dâhil olmak üzere bir tutukluluğun “yasaya uygunluğu” konusunda, esas olarak ulusal mevzuata başvurmakta ve ulusal mevzuatta esas ve usul kurallarına riayet etme yükümlülüğünü ortaya koymaktadır. Bu, öncelikle bütün yakalama ve tutuklamaların iç hukukta yasal bir dayanağı olmasını gerektirmektedir. Bununla birlikte, ulusal hukuka riayet etmek yeterli değildir: Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. Fıkrası ayrıca, her türlü özgürlükten yoksun bırakma şeklinin, kişinin keyfiliğe karşı korunmasına dayanan amaca uygun olmasını gerektirmektedir. Mahkeme bu kapsamda, içerdiği genel ilkeler ve özellikle hukuki güvenlik ilkesi de dâhil olmak üzere, iç hukukun kendisinin, Sözleşme ’ye uygunluğunu açıkça veya dolaylı şekilde tespit etmelidir.

Mahkeme, iç hukuku yorumlama ve uygulama görevinin öncelikle ulusal makamlara, bilhassa mahkemelere ait olduğunu hatırlatmaktadır. Bu sebeple, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası bakımından iç hukuka riayet edilmemesinin Sözleşme’nin ihlal edildiği anlamına gelmesi sebebiyle, Mahkeme, iç hukuka riayet edilip edilmediğini denetleyebilir ve denetlemelidir.

Mahkeme, somut olayda iç hukukun Anayasa Mahkemesi tarafından keyfi veya açıkça makul olmayan şekilde yorumlanmamış veya uygulanmamış gibi göründüğü kanaatindedir. Mahkeme, yukarıda belirtilenler bakımından, Anayasa Mahkemesi içtihadı ışığında, başvuranın CMK’nın 100. maddesi ve devamında gelen maddeler uyarınca milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasının ardından tutuklandığını ve tutukluluk halinin devamına karar verildiğini tespit etmektedir.

Şüphesiz ki Mahkeme’nin, başvuranın tutukluluğunun, iç hukuka uygunluğun ötesinde, keyfi olmadığı ve dolayısıyla Sözleşme’ye aykırı olmadığı hususunda ikna edilmesi gerekmektedir. Mahkeme bu bağlamda, taraflardan hiçbirinin, CMK’nın 100. maddesi ve devamında gelen maddelerin, Sözleşme’ye ve Sözleşme tarafından açıklanan veya kapsanan ilkelere uygun olmadığını ileri sürmediğini tespit etmektedir.

Sonuç olarak Mahkeme, başvurunun bu kısmının, Sözleşme’nin 35. maddesinin 3. fıkrasının a) bendi ve 4. fıkrası uyarınca açıkça dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerektiği kanaatindedir.

Başvuranın Bir Suç İşlediğinden Şüphelenmek İçin İnandırıcı Sebeplerin Bulunmadığı İddiası Hakkında :

Mahkeme ardından, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının c) bendinin, bir kişinin, sadece ceza soruşturması kapsamında suç işlediğinden şüphelenilmesi için inandırıcı sebepler bulunduğunda, yetkili adli makam huzuruna çıkarılması amacıyla tutuklanmasına izin verdiğini hatırlatmaktadır.

Özgürlükten yoksun bırakmanın dayanması gereken şüphelerin “inandırıcılığı”, yukarıda anılan 5. Maddenin 1. fıkrasının c) bendiyle sunulan korumanın temel bir unsurunu teşkil etmektedir. İnandırıcı şüphelerin varlığı, tarafsız bir gözlemciyi, söz konusu kişinin kendisine isnat edilen suçu işlemiş olabileceğine ikna edebilecek bilgilerin veya olguların varlığı anlamına gelmektedir.

Mahkeme, başvuran hakkında yapılan suçlamaların büyük kısmının, doğrudan ifade özgürlüğü ve ilgilinin siyasi düşünceleriyle ilgili olduğunu gözlemlemektedir. Bununla birlikte, mevcut başvuru kapsamında başvuranın kendisine isnat edilen fiillerden suçlu olup olmadığına karar vermek Mahkemenin görevi dâhilinde değildir. Bu görev ulusal mahkemelere aittir. Somut olayda Mahkemenin görevi, ilgilinin özgürlüğünden yoksun bırakılmasının, cezai bir suç işlediğine dair şüphelenmek için inandırıcı sebeplere dayandırılıp dayandırılmadığını incelemektir. Mahkeme, bu konu hakkında, şüphe aşamasında gerekli olan olgusal gerekçelendirme düzeyine ilişkin olarak, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının gereklerini dikkate aldığında, ceza soruşturması dosyasında, en azından başvuranın kovuşturulmasına yol açan suçların bir kısmının başvuran tarafından işlenmiş olabileceğine tarafsız bir gözlemciyi ikna edebilecek bilgilerin bulunduğu kanaatine varmaktadır.

Mahkeme, başvuranın bir suç işlediğinden şüphelenmek için “inandırıcı sebeplere” dayanılarak, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. Fıkrasının c) bendi anlamında yakalandığı ve tutuklandığının kabul edilebileceği sonucuna varılması gerektiği kanaatindedir.

Yukarıda belirtilen hususlar ışığında, Mahkeme, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edilmediği kanaatindedir.

SÖZLEŞMENİN 5. MADDESİNİN 3. FIKRASININ İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA

Mahkeme, yakalanan kişinin suç işlediğinden şüphelenmek için inandırıcı sebeplerin devam etmesinin, tutukluluk halinin devamının usulüne uygun şekilde değerlendirilmesi için olmazsa olmaz (sine qua non) bir şart olduğunu hatırlatmaktadır. Bununla birlikte ulusal adli makamların, yakalanan kişinin tutuklanmasına gerek olup olmadığını yakalamanın “hemen ardından” değerlendirmeleri durumunda, inandırıcı sebeplerin devam etmesi koşulu, artık yeterli olmamaktadır ve makamların da, tutukluluğun meşrulaştırılması için yeterli ve ilgili başka gerekçeler ileri sürmesi gerekmektedir.

Mahkeme içtihatlarına göre, bu diğer gerekçeler, kaçma riski, tanıklar üzerinde baskı kurma riski veya delil unsurlarını değiştirme riskini, gizli anlaşma riski, yeniden suç işleme riski, kamu düzenini bozma riski veya yine özgürlükten yoksun bırakma tedbirine konu olan kişiyi koruma gerekliliğini içermektedir.

Mahkeme ilk olarak, başvuranın 4 Kasım 2016 tarihinde tutuklandığını ve halen özgürlüğünden yoksun olduğunu kaydetmektedir. Mahkeme ayrıca, başvuran hakkında açılan ceza soruşturması ve davası boyunca, ulusal mahkemelerin, aşağıdaki gerekçelerle, ilgilinin tutuklanmasına ve tutukluluk halinin devamına karar verdiğini tespit etmektedir:

– Başvuran hakkında söz konusu suçları işlediğine dair kuvvetli şüphelerin varlığını gösteren somut delil unsurlarının bulunması;

– Söz konusu suçların sayısı ve niteliği ile bunların, CMK’nın 100. maddesinin 3. fıkrasında sıralanan suçlar arasında yer alması;

– Söz konusu suçlar için kanunla öngörülen cezaların ağırlığı;

– Tutukluluğa alternatif tedbirlerin yetersiz kalacağı tespiti;

– Başvuranın, soruşturma makamlarının huzuruna çıkmayı reddetmesi;

– Başvuranın savunmasının henüz alınmamış olması;

– Delil durumu;

– Tutuklulukta geçen süre;

– Kaçma ve delilleri değiştirme riski

Başvuranın suç işlediğine dair hakkında şüphe duyulmasına imkân veren somut delil unsurlarının varlığı ile ilgili olarak, Mahkeme, Sözleşme’nin 5. maddesinin 1. fıkrası bağlamında vardığı sonuçlar ışığında, başvuran hakkındaki şüphelerin, tutuklanmasını açıklayabileceğini kabul etmektedir.

Mahkeme, başvuranın tutuklanmasına karar veren hâkimlerin kararlarını aynı zamanda, atılı suçların, CMK’nın 100. maddesinin 3. fıkrasında sıralanan suçlardan olmasına da dayandıklarını gözlemlemektedir. “Katalog” olarak tanımlanan suçlar ile ilgili olarak, Mahkeme, CMK’nın 100. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, bazı suçlar için, Türk hukukunda, tutukluluk gerekçelerinin (kaçma, delilleri karartma veya tanıklara, mağdurlara ve diğer kişilere baskı yapma riski) varlığı hakkında yasal bir karine öngörüldüğünü hatırlatmaktadır. Bu bağlamda, Mahkeme, her türlü zorunlu tutuklama sisteminin, tek başına, Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrası ile uyumlu olmadığını yeniden ifade etmektedir. Kanunda, tutuklama nedenlerine ilişkin bir karine öngörüldüğünde, kişi özgürlüğüne saygı kuralından ayrılmayı gerektiren somut olayların varlığı yine de ikna edici biçimde gösterilmelidir.

Ayrıca, Türk hukukunda, “katalog” olarak tanımlanan bir suç söz konusu olduğunda bile, adli mercilerin öncelikle tutukluluğa alternatif tedbirler öngörme yükümlüğü bulunmaktadır. Bu bağlamda, Mahkeme daha önce, böyle bir yasal karinenin varlığının, Sözleşmenin 5. maddesinin 3. Fıkrası bağlamında yapması gereken inceleme çerçevesinde, tutukluluk halinin devamının gerekliliğini ortaya koyacak belirli herhangi bir delil sağlamadığı sonucuna vardığını hatırlatmaktadır. Somut olayda, Mahkeme, ulusal mahkemelerin, tutukluluğa alternatif tedbirlerin yetersiz kalacağı yönünde varmış oldukları tespitin, başvuranın kişisel durumunun bir analizine dayanmadığını saptamaktadır.

Suç delillerinin niteliği ve öngörülen cezaların ağırlığının, Anayasa Mahkemesinin ileri sürdüğü üzere, başvuranın başta tutuklanmasını haklı gösterebildiği varsayılsa bile, Mahkeme, mevcut durumda, bunların tek başlarına, bilhassa yargılamanın ileri bir aşamasında, ilgilinin tutukluluğunun uzatılmasının gerekçesi olamayacakları kanaatine varmaktadır.

Mahkeme, başvuranın ifadesini vermek için soruşturma makamlarının huzuruna çıkmadığının doğru olduğunu tespit etmektedir ve bu bağlamda, ilgilinin, yetkili adli merci önüne çıkarılması amacıyla yakalanması ve gözaltına alınmasının haklı olduğunu kaydetmektedir. Bunun yanı sıra, Mahkeme, adli mercilerin, olayların meydana geldiği dönemde aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisinde temsil edilen üçüncü en büyük siyasi partinin eş başkanı da olan başvuranın, huzurlarına çıkmamasının ne şekilde kaçma riskinin işareti olarak görüldüğünü açıklamadıklarını değerlendirmektedir.

Başvuranın tutukluluk halinin devamı için ulusal hâkimler tarafından belirtilen diğer gerekçeler ile ilgili olarak, Mahkeme ilk olarak, bunların, mevcut delil durumu, tutuklulukta geçen süre ve delilleri değiştirme riski gibi genel içerikteki gerekçelerin basmakalıp bir sıralamasından ibaret olduğunu saptamaktadır. Mahkemeye göre, somut olayda olduğu gibi basmakalıp ifadelerle kaleme alınan kararlar, hiçbir durumda, bir kişinin tutuklanmasını ve tutukluluk halinin devamını haklı göstermek için yeterli olarak değerlendirilemez. Yukarıda belirtilen hususlar ışığında, Mahkeme, Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

Sonuç olarak, Selahattin Demirtaş hakkında verilen her iki bireysel başvuru kararı incelendiğinde;

Demirtaş’ın yakalanmasının ve gözaltına alınmasının hukuka aykırılığına ilişkin şikâyetinin iç hukuk yolları tüketilmemiş olması nedeniyle her iki mahkeme tarafından kabul edilemez olduğuna,

Demirtaş hakkında uygulanan tutuklama tedbirinde kuvvetli suç şüphesinin varlığını her iki mahkemenin de kabul ederek başvuranın özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edilmediğine,

Demirtaş hakkındaki tutukluluğun devamı kararlarında ise AİHM’nin Anayasa Mahkemesi’nden ayrışarak tutukluluk hâlinin devamını haklı gösterecek yeterli delil ve emare bulunmadığına, Demirtaş’ın Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. Fıkrasında yer alan haklarının ihlal edildiğine karar verilmiştir. 02/07/2020- ANTALYA

Av. Mustafa Özmen

  1. Anayasa Mahkemesi Genel Kurul Kararı, Selahattin Demirtaş Başvurusu, Başvuru Numarası: 2016/25189, Karar Tarihi: 21/12/2017
  2. AİHM (İkinci Bölüm) Selahattin Demirtaş / Türkiye Davası, Başvuru Numarası: 14305/17, Karar Tarihi: 20 Kasım 2018