Seçimi kaybetmenin hayrı üzerine
biraz aykırı düşünceler

Televizyonun sunucusu hava durumunu anlatıyor:
“Aman dikkat… ceviz büyüklüğünde dolu gelebilir, sel basabilir…”
Önleyebilir misiniz?
Kuşkusuz bu yağışı engelleme şansı yok; herkes bir biçimde başının çaresine bakacak.
*
Şu “Ekonomi” dedikleri de öyle…
Üretim yok, tüketim çoksa; her tarafı yağmur gibi dış borç basar kardeşim.
Önce kenarda köşede bir şeyler kalmışsa, satabileceğini satarsın, yetmezse biraz daha borca batarsın.
Ceviz büyüklüğündeki dolunun yağması ne kadar doğal ve engellenemezse bunu da engelleyemezsin.

Çünkü doğa gibi ekonomi de kendi kuralları dışında kimseyi dinlemez.
Aynen halk ozanı “Dertli”nin telli sazı için söylediği gibi:
“Ne ayet dinler ne kadı…”
Devamını da biz getirelim: “Faiz lobisi bunun neresinde…”

Öyle ya; ürettiğinden fazlasını tüketip aradaki açığı borçla kapatan sensen, ve bu dünyada elin yabancısı sana parasını bedavadan vermeyecekse, dönüp de bunlar bana niye ucuzundan vermiyorlar diye dışarıda faiz lobisi aramanın alemi var mı?
“Borçla yatırım yapmam” dersin, almazsın; ortada ne lobi kalır ne başka bir şey.

Türkiye, son yıllarda izlediği sakat ekonomi politikasının doğal sonucu olarak bu gün artık çevrilmesi çok zorlaşmış bir dış borç yükü altındadır.
Derler ki “E canım, şu bizim borcu böl milli gelire, böl şuna buna, ayır özel sektörünkini; bu borç başkalarınınki yanında hiçbir şey sayılmaz!”
Yani bu pilav daha çok su kaldırır havaları…

İlk bakışta mantıklı gibi gelir insana ama kazın ayağı öyle değil tabii…
Bir borcun ağırlığı onun sizin milli geliriniz içinde kaçta kaç olduğu değil, bu milli gelirden kaç parasını arttırıp onunla borç ödeyebileceğinize bağlıdır.

Örnek mi?
Diyelim ki adamın 100 bin geliri, 110 bin de gideri var.
Sizce bu kişi, o gelirinin sadece yüzde ikisi kadar, örneğin 2 bin liralık borcunu geri ödeyebilir mi?
Ödeyemez çünkü geliri giderlerini bile karşılayamıyordur ki borç ödemeye yetsin.

Peki, geliri 100 bin, gideri 60 bin olsaydı, bu gelirin üstelik yüzde 30’una denk gelen 30 bin lirayı ödeyebilir mi?
Rahat rahat öder tabii, 100’ün 60’ını harcar, artanın 30’u ile borç kapatır, üzerine bir 10’luk da kendisine kalır.
İşte işin bakkal usulü hesaplaması da, ekonomi terimleriyle aldatmacası da buradadır.
*
Bir ekonominin tüketim ekonomisi olmaktan, vaziyeti sürekli borçla idare edici yapısından “U dönüşü” yapabilmesi, yani “kendi karnını doyurduktan sonra bir de üste borç ödeyebilecek kadar para kazanabilmesi” çok ciddi bir yapısal değişiklik gerektirir.
Önce kafayı değiştireceksiniz,
Sonra eski kafadaki adamları,
Sonra üreten bir düzen kuracaksınız,
Sonra üretip para kazanacaksınız ve borçlu yaşamaktan, bunun doğal sonucu olarak faizden kurtulacaksınız.

Ne kadar zamanda mesela?
Tabii ki öyle bu günden yarına ve “laf olsun millet üretiyor sansın” cinsinden siyasetlerle yürümez bu iş.
Laf üretilmeyecek mal üretilecek, hizmet üretilecek, bilim ve teknoloji üretilecek ve eğitiminden yatırımına, yatırımından pazarlamasına, bunun için hatırı sayılır bir zaman gerekecek.
*
İşte zaman zaman bütün bunların da gündeme getirildiği bir seçim geçirdik.
Ve sonuçta… Tam da bu politikalarından şikayet ettiklerimizi “Bir kere daha seçtik”.
Dönüp de ne soralım şimdi “necip” milletimize bu seçimi sonrasında?
“Yahu aziz kardeşim, siz şimdi aynı ekibe oy verirken ekonomiyi bu duruma düşürenleri çok takdir ettiniz de “bu kadarı bize yetmez ama evet” mi demek istediniz?
Yoksa bu işleri kim başımıza sardıysa otursun o düzeltsin diye “Böyle bırakıp gitmelerine izin mi vermediniz?”

Hani politikacılar seçim sonuçlarına bakar da sanki çok derinlerden gelen bir sesi duyarmış gibi “Milli irade seçimlerde bize bunu söyledi” falan derler ya…
Hadi bir kere daha kulak verin bakalım o milli iradeye; acaba millet size bu saydığımız ikisinden hangisini söylemek istedi?

Şimdi bu işlerden sorumlu biri çıkıp da bana özel bir cevap vermeyeceğine göre kendi sorumuzu kendimiz cevaplandıralım ve lafımızı bağlayalım:

Seçim ortamında ne tarafa baksanız hemen herkesin “Ertesi günden başlamak üzere bu işleri “şak” diye düzelteceğini, üretimi arttıracağını, artan paraları fakir fukaraya dağıtacağını” duyuyorduk ya…
İşte bütün bunların hemen hepsi de seçimlerde söylenmesi “usulden” olan şeylerdi.
Yani işin reklam kısmıydı.

Gayet açıktır ki;
Bu işler öyle bir çırpıda, bir anda olacak işler değildi ve aslında doğrular söylenecek olsa Churchill’in iktidara geldiğinde yaptığı gibi “Size en fazla; ter, sıkıntı ve fedakarlık sözü verebiliyorum” (I have nothing to offer but blood, toil, tears, and sweat) denmesi gerekirdi.

Şimdi o aşamayı geçtiğimize göre artık doğruyu düşünmek ve söylemek durumundayız.
Özellikle:
Şeker fabrikalarının satıldığı, fındık üreticisinin perişan olduğu, Suriyeli misafirlerin(!) kol gezdiği illerde tüm bunlara rağmen iktidarın en yüksek oyları aldığı göz önünde bulundurulursa,
Türkiye seçmeninin bir kısmı onlar için yırtınsa da; önemli bir kısmının devlet düzeni bir yana, ekonomik gidişat konusunda bile hiçbir şekilde değişim beklentisinde olmadığı anlaşılmıştır.

Böyle bir yapı karşısında iktidar devralındığında; yine halkın önemli kısmının “esaslı düzenlemelere” kayıtsız kalacağı, hatta bu dönemde yaşayacağı sıkıntı ya da vaad edilen beklentilerin hemen gerçekleşememesini tepkiyle karşılayıp yapanları “beceriksizlik”le suçlayacağı açıktı.

Peki o zaman, bu beklenti değişmeden ve gereken o büyük dönüşümün ciddi bir hazırlığı yapılmadan, o dönüşüm programı ete kemiğe büründürülmeden, iktidarın alınıp mevcut ve muhtemel bütün sorumlulukların yüklenilmesi siyaseten doğru olur muydu?

Bizce hayır.
Ne yazık ki, hukukun yada ekonominin çok acil gereklerine bile ters tepki veren “bizim gibi” bir ülkede, o gerekli bilince ulaşılabilmesinin, gerekli altyapının oluşabilmesinin tek yolu, şimdiki durumdan çok da mutlu-mesut olan yurttaşlarımızın hayatın gerçekleri ile burun buruna gelmelerini beklemektir.

Seçim sonuçlarının böyle çıkması klasik “particilik” açısından belki umut kırıklığı, tepki yaratmıştır.
Bu işin duygusal taraftarları çok saygıdeğer;
Ama inanıyorum ki, alınan bu sonuç; ülkenin toparlanabilme süreci açısından hayli yararlı olmuştur..
Biliyor musunuz; bizde “Her işte bir hayır vardır” sözü boşuna söylenmemiştir.

Gerçekten her işte bir hayır varsa, duygusal tepkiler bir yana bırakılmalı; terazinin bir kefesine seçimlerdeki kaybı koymuşsak, diğer kefesine de bu işin hayırlı taraflarını koyup sonucu daha soğuk kanlılıkla tartmalıyız.