Rahip bir kayıkla gölde dolaşırken, ağaçların arkasındandan dua okur gibi bir ezgiyle adamın birinin yaklaşmakta olduğunu fark etmiş. Adam yaklaştıkça, bir duanın yanlış okunduğunu anlayan rahip, adama öfkeyle "saçmalıyorsun, duayı yanlış okuyorsun" diye bağırmış. Yanlış okunduğu ileri sürülen duaya konsantre olan adam, uyarıyı hiç duymadan aynı şeyleri aynı ritimle söyleyerek rahibin yanından, suyun üzerinde yürüyerek geçip gitmiş.

İnanıyorum ki bu çok eski hikayede yatıyor yaşadığımız sorunların çözümü. 17 Aralık ve ardından gelişen tüm olaylar kimleri alt üst etmedi ki. O arada biz sıcak evimizde internet başında ses kayıtları dinlerken, ayakkabı kutularından, sıfırlanamayan odalar dolusu paralardan bahsederken, kendi evinde güvenli olması gereken ikliminde Ayaz bebek donarak öldü. 

Ölüm olağan oldu bizim ülkede. Çocuklar öldü, kadınlar öldü, ağaçlar öldü, hayvanlar öldü, işçiler öldü, hatta karşıt görüşlere göre doğru ana babadan doğamayan her etnik kökenden ve inançtan insanlar öldü, insanlık öldü. 

Maden işçiliğinin fıtratında ölüm olduğunu ileri süren başbakan, 21.yüzyılda, 19. yüzyılın iş kazalarından örnek vererek yine sorumluluğu Allah'a yüklemeye kalktı. Bizim etnik kökenimizde ve inancımızda olmayanların, tercihleri bizden olmayanların, kadınların, çocukların, işçilerin, hayvan ve bitkilerin fıtratında ölüm varken; iktidardakiler ve patronların fıtratında hep yaşam oldu.

Her hukuka aykırılığı seslendiren Barolara "siyaset yapıyorsun" diye kızılırken, 1 Mayıs'ı Diyarbakır'da Rabia işareti yaparak, iktidara methiyeler düzen sendika liderlerine "siyaset yapıyorsun" denmedi. İşçiler de "ey sendika ağası, sendikalar benim hakkımı aramak için kuruldu; sen benim örgütüme pranga taktın, hakkımı aramıyorsun, kalk o koltuktan" demedi. 

İstanbul Barosu olarak ciğerimizi dağlayan Soma'ya koştuk. Sendika liderlerine yaşam odasını sordum. Bilmiyormuş, zaman içinde çöküp kaybolmuşmuş... "Sendika olarak senin görevin işçilerin haklarını korumak, iş güvenliğinin sağlanması için mücadele etmek değil mi?" dedim. Zamanı değilmiş, cevap alamadık.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ile görüştük. Şehitlerimizin tanınırlığı sürerken madenden çıkarılarak sahiplerine teslim etme operasyonunda nasıl başarılı çalışmalar yürütüldüğünü, cenazelerin karıştırılmamasının önemini öğrendik. Ama velakin kurtulma veya önlemler konusunda bilgi alamadık. Zaten yeni arabayla bile kaza yapılabilirmiş. Başkanımız Kocasakal sürücü hatası ve imalat kusurlarının da olduğundan bahsetmeseydi, başarılar nedeniyle tam da madalya takılacaktı bakan ve ekibine. Hoş ertesi gün cenazesi karışanları da öğrendik ya ...

Cenaze törenine gittik. Yakalarda fotoğraflarını gördüğümüz gencecik, tertemiz yüzlü o insanların bayrak örtülü tabutlarda olduğuna, kanlı gözlerle ağlayan çocukların sarıldığını görmeseydik inanmazdık. Ülkeyi idare ettiklerine inananlar o gözlere baksalardı, yumruk atmadan, tekmelemeden ama, sadece baksalardı, benim gördüğümü görürler miydi bilemiyorum.

Bir cenaze evine gittiğimizde, 25 yaşında, kara kömür madeninde şehit düşen sarışın, tertemiz yüzlü bir delikanlının fotoğrafı ve ağlayan insanlarla karşılaştık. Tavsiyeye uymaya ömrü yetmediğinden olsa gerek ki iki çocuğu varmış. Büyüğü denilen 2 yaşındakini komşuya kaçırmışlar. 6-7 aylık Ulaş, boş gözlerle dedesinin kucağında yüreğimizi yırttı. "En az üç çocuk yapın" diye meydanlarda bağıran uzun adam ise bir gün önce şürekası ile oralarda adam yumruklayıp gitmiş. Boyunlar bükük. Bükük kalacak...

Ulaş bebek, -Ayaz bebeğin aksine- baba demeyi öğrense de, "babam" diyemeyecek, -kuru ekmek karşılığı da olsa minnetsizce alacağı- baba parasını harcayamayacak, seveceği kızı istetemeyecek, boynu hiç dik durmayacak. Fıtrat meselesi...

Ulaş bebekleri, Ayaz bebekleri, ezilenler hiyerarşisindeki herkesi, bu ülkede yaşamanın fıtratında ölüm olduğunu kabullenerek unutacağız öyle mi? Hepsinin sorumlusu benim. Duayı yanlış okuyarak gezmeyen ben. Etnik köken ve inanç ekseninden üretilen politikaya teslim olmuş ülkemde, iktidarın "çaparisinde asılı balık" olmuş yasama, yargı, siyasi partiler, üniversiteler, medya, meslek odaları, sendikalar ve diğer sivil toplum örgütlerinin bakış açısını değiştirecek "duayı yanlış okuyamadığım için" sorumluyum. 

İnsanlık onuruna aykırı çalışma şartları dayatan ve emekçinin kendi ürettiğinden pay almasını engelleyen kapitalist sisteme; onun destekçisi işçilerin mücadele yumruğunu kıran sendikalara; feodal sistemi yıkarak lokmamızı adil paylaşacağımız günler için çalışmak yerine, ilizyonla etnisiteye dayalı yapay ayrılık tohumları atanlara ve bu politikalar uğruna insanları kullananlara; kendinden başka inancı ve düşünceyi kabullenmeyenlere; gözümüzü bağlayan, kulağımızı tıkayan medyaya; ağzımızı kapatan idareye; önyargılı yargıya karşı suyun yüzünde yürütecek duayı yanlış okumadan ne Ayaz ne Ulaş bebek rahat edecek. 16.05.2014

Av. İsmail Altay

İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi