CUMHURİYET

Bundan tam 100 yıl önce bugün doğdu Aziz Nesin. İstanbul’da, Heybeliada’da, Mehmet Nusret adıyla.

Kadiri şeyhi bir babanın oğlu olarak...

Hayatının ileriki yıllarında mücadele edeceği din ve askerlik çocukluğunun tuğlalarıydı. Bir Kadiri şeyhi olan babasından ve tekke mensubu amcasından din bilgisi öğrendi. 12-13 yaşlarına kadar namaz kılar, oruç tutardı. Darüşşafaka’da namaz kılmanın zorunlu olduğunu, Heybeliada’da ezan okuduğunu anlatacaktı bir söyleşisinde. Sesi çirkindi ama başka kimse de yoktu ezan okuyacak. Hayali ya ressam olmaktı, ya yazar ya da tiyatrocu. İlk romanını bitirdiğinde henüz ortaokul 1. sınıftaydı, ertesi yıl ilk oyunuyla yarışmaya katıldı.

Liseyi askeri okulda, Kuleli’de okudu. 1937’de Ankara’da Harp Okulu’nu bitirdiğinde artık astteğmendi.

Bir Osmanlı tebaası olarak başlayan hayatı, taze Cumhuriyet’in yurttaşı olarak devam ediyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında iki yıl Trakya’da çadırlı ordugâhta görev yaptıktan sonra 1942’de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı’na atandı. Ancak yaralandı ve görevi değişti. Büyük Erzincan depreminde yıkılan ordu cephaneliğini boşaltacaktı. 1944’te ise Zonguldak’ta, uçaksavar top mevzilerinin yapımında çalışıyordu.

 

General olacaktı

Savaş bittiğinde bir soruşturma sonucunda ordudan atılmasaydı, askeri tarihin sıradan figürleri arasında yitip gidecekti büyük olasılıkla. Çocukluk hayali de pek çoklarınınki gibi geçmişin silik anıları arasında kalacaktı.

Aklının ve ruhunun başka bir yerde olduğunu yıllar sonra anlatmıştı: “Askeri okul yedinci sınıfında Türkçe öğretmenimiz Bahri Baba derste tiyatro bölümünü anlatırken dalmışım, dalmışım da dalıp gitmişim. Bahri Baba çocuklara; ‘Görürsünüz piyes muharriri olacak’ derken kendime geldim. Suçüstü yakalanışımdan bir utandım ki... Oysa biz o sıralara General olmak için oturmuştuk...”

30 yaş bir eşiktir, kimilerinin takılıp düştüğü kimilerinin yeni kapılardan içeri girdiği bir eşik. Aziz Nesin’in hayatı da 1945 yılında, tam 30. yaşını sürerken tümden değişti.

1995’te Aksiyon dergisine verdiği söyleşide “Benim asıl değişimim otuz yaşlarıma doğru oldu” demişti dinle ilişkisini kastederek, “O zamana kadar edindiğim bilgilerin üzerine Diyanet’in Kuran çevirisini okudum. Tabii düşüncelerim değişti”. Dinle arasına çektiği çizgiyi, askerlikle de çekmişti belli ki.

Karagöz gazetesi, Yedigün dergisinde yazıları çıkıyordu zaten, 1945’te Tan gazetesinde yazmaya başladı. Memleketin, ömrünün geri kalanında karşısına çıkacak o hoyrat tutumu yazarlığının ilk yılında selamladı Aziz Nesin’i. Tan yakıldı...

Bir yıl sonra Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa’yı çıkaracak, 1947’de ise Bursa’ya sürgün edilip gözaltında tutulacaktı. Tirajı günlük gazeteleri aşan Marko Paşa; Malum Paşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba ve Kırk Haramiler’e dönüşe dönüşe “toplatılmadığı” ya da “yazarları hapishanede olmadığı” zamanlarda çıkacaktı.

 

Beynelmilel bir dava

1948’de çıkan kitabı “Azizname”, İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak, dört ay tutuklu kalıp aklanacaktı. 1949’da ise bu kez “beynelmilel” bir davanın sanığı oldu. İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk, Ankara’daki elçilikleri aracılığıyla bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açtılar. Aziz Nesin altı ay hapse mahkûm edildi.

Tek başına olsa yine iyi de, bir de aile geçindiriyordu bu koşullarda. 1952’de Levent’te kitapçı, ertesi yıl Beyoğlu’nda fotoğraf stüdyosu açtı.

Meşum 6-7 Eylül’e burada rastladı. Hükümet olaylardan “sorumlu” olanları tutuklarken araya yazar, şair, çevirmenleri de katmıştı. Kemal Tahir ile Aziz Nesin de katıldılar bu kervana. “1955’te, Harbiye’deki askeri cezaevinin daracık hücresinde Kemal Tahir’le birlikteydik” diye anlatıyordu; “Bu dar hücreye, yatarken ikimiz birden sığışamadığımızdan, geceleri yere benim başım onun ayaklarına, onun ayakları benim başıma gelmek üzere, birbirimize ters uzanırdık... Hapisteyken asılacağımızı söylediklerinde gülmüştük. ‘İlgisi olmayan insanları nasıl asarlar?’ diye. Ama şu kadarını söyleyeyim: O zaman asılsaydık, yağma ve yıkmaları bizim yapmadığımıza kimse inanmazdı”.

Bütün hayatı böyle geçecekti aslında. Suçsuzluğunu kanıtlamakla... Ne de olsa Türkiye’de muhalif bir yazar olmak bunu gerektirir!

Oysa aynı anda, başka bir coğrafyada ödüllendiriliyordu yazdıkları. İtalya’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Palmiye’yi 1956’da “Kazan Töreni”, 1957’de “Fil Hamdi” adlı öyküsüyle kazandı. Türkiye’de aldığı karşılık ise sahibi olduğu Düşün Yayınevi’nin bilinmeyen bir nedenle yanmasıydı...

 

Kendi şiirlerini yaktı

Deliler gibi çalışıyor, yazıyor, ailesini geçindirebilmek için çabalıyor, bir yandan da ülkenin demokratikleşmesi için uğraşıp duruyordu. Gülmeceyi kendisinin seçmediğini, gülmecenin onu seçtiğini anlattı hep. Anlatmak istedikleri için en etkili yol buydu.

Oysa şiirle başlamıştı yazmaya, en başarısız olduğu türle...

“Yıl 1956. İlhan Selçuk’un bir matbaası vardı. İlk şiir kitabımı onun matbaasında bastırdım: Adı Bir Dakika’ydı. Kitap basıldıktan sonra şiirleri yeniden okudum ve beğenmedim. O zamanki yayınevimin bahçesine 5000 kitabı yığdım ve ateşe verdim. İlk yıllardaki şiirlerim taklitti. Bazılarında Faruk Nafiz, bazılarında Nâzım Hikmet havası vardı.”

Oral Çalışlar’a bu itirafta bulunurken, Nâzım Hikmet’in de ona “Yazıların çok güzel, yazmaya devam et, ama böyle şiir yazma” dediğini de aktarmıştı.

“Balığın baştan koktuğu, işlerin baştan kara gittiği” sözleriyle tarif ettiği memlekette kendi kötü dizelerine dahi tahammülü yoktu.

Belki de bu vasata tahammülsüzlüktü ona “Bu ülkenin yüzde 60’ı aptaldır” dedirten...

Müjdat Gezen bu sözün pek de doğru anlaşılmadığını, tam 82 Anayasası referandumundan sonra sarf edildiğini aktardı. Nesin’e “Neden böyle söyledin?” diye sorunca ‘Evladım, yüzde 92 diyecektim ama dilim varmadı” diye cevapladığını...

Gelin görün ki o söz orada kalmadı, kendisinin geri kalan yüzde 40 içinde yer aldığından emin olanlar dillerine pelesenk ettiler. Ve geride boyunu aşmış sayıda kitap, binlerce yazı bırakan Aziz Nesin’i bir cümleye indirgeyiverdiler. Yüzde 60 ile kendisinin kastedildiğine inananlar da Aziz Nesin’e saldırmaya devam etiler.

12 Eylül, bitmeyen demokrasi mücadelesinin en geniş cephesiydi.

 

‘Ne yapayım böyle aydını?’

“Yaşam hakkı ve insanca yaşama, örgütlü ve toplumsal var olmanın çağımızda hiçbir gerekçe ile ortadan kaldırılamayacak baş amacıdır; doğal ve kutsal bir haktır. Bu hakkın anlam kazanması, düşünceyi özgürce açıklamaya, geliştirmeye ve etrafında örgütlenmeye bağlıdır”...

Böyle başlıyordu 1984’te kaleme aldığı Aydınlar Dilekçesi. 1383 aydın imzaladı, Sıkıyönetim onları vatan haini ilan edip ifadeye çağırınca kimileri “Yazılanlardan haberim yoktu”, “Okumadan imzaladım” dediler...

Kenan Evren’in dilekçede yazılanlara cevabı ilginçti:

“Biz çok aydın gördük, vatan hainliği yaptılar. Son Padişah Vahdettin aydındır. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ben ne yapayım öyle aydını?”

Aziz Nesin tepkisini geciktirmedi: “Bu dilekçeyi imzalayanlar arasında salt ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, bilimciler, hukukçular, eski bakanlar vardır. Bunlar aydın değillerse, Türkiye’de Aydın ilinden başka aydın kalmaz.”

Kenan Evren kendisini savunmak konusunda kararlıydı: “Türkiye’de işkence ve fikir suçu yoktur”, “Kimin ağzına kilit vurmuşuz. Fikirler serbestçe söylenmiyor mu?”... “Diktatör olsam bu dilekçeyi imzalayamazdınız” demek aklına gelmemişti belli ki.

Evren’e göre “işkence ve fikir suçu olmayan” Türkiye’de, bundan on yıl sonra bir insanlık suçu işlenecek ve sorumluları ceza almayacaklardı.

 

Vicdan kaybı

2 Temmuz 1993, Sivas Pir Sultan Abdal Şenlikleri. Bugünden dönüp bakınca “şenlik” sözcüğü nasıl da acıtıyor insanı. Aziz Nesin’i Pir Sultan Abdal üzerine yaptığı konuşmanın ardından, onun ve diğer davetli yazar, şair, çizerlerin kaldığı Madımak Oteli’nde toplananlar binayı ateşe verdiler. “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu”, Sivas’ta yıkılacak” , “Laiklere ölüm” , “Yaşasın şeriat” sloganları arasında 35 kişi hayatını, koca bir ülke vicdanını kaybetti.

 

Acıyı içinde sürüklemiş

Aziz Nesin yaka paça indirildiği itfaiye merdiveninden yere düşerken onu linç etmeye çalışanların arasından güçlükle kurtuldu.

Sanıklar firar etti, sanık avukatları Refah Partisi ve AK Parti’den milletvekili oldular, dava 2012’de zamanaşımına uğrayınca dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “Milletimiz için, ülkemiz için hayırlı” olsun dileklerinde bulundu.

Kimileri için duran hayat, çoğunluk için devam etti.

Aziz Nesin hayatına devam eder gibi görünse de, Madımak katliamının ikinci yıldönümünde kalbi durduğunda anladık ki acıyı sürüklemiş içinde.

Şimdi 1973’te kurduğu, yoksun çocuklara yuva sağladığı Nesin Vakfı’nın bahçesinde yatıyor.

Huzurlu mudur acaba? Etrafında koşuşan çocukların sesi yüzünü güldürüyordur elbette, ama ya ülkenin dört bir yanından gelen çığlıklar?

 

‘Böyle gitmeyecek!’

Ömrünü demokrasinin, özgürlüklerinin peşinde mücadele içinde geçiren Aziz Nesin, bugün ülkenin bir bölgesi için “temizlik” sözcüğünün kullanıldığını duysa ne derdi acaba?

Bundan 20 yıl önce Der Spiegel dergisine verdiği söyleşide “Türkiye bir hukuk devleti değildir. Adalet sistemimiz feci durumda. Yüzyıllardır burada baskı ve işkence hüküm sürüyor” diyen biri şaşırır mıydı olup bitene?

Şaşırmazdı ve şu sözünü tekrarlardı: “Acı gerçeği anlayarak bilincine vararak haykırmalıyız: ‘Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek!’”