Mehmet Ali Birand’ın geçen hafta Amerikan başkenti Washington’a yaptığı ziyaretine dair izlenim ve analizleri yankı yarattı. Birand, Washington’dan görünen Ankara için ‘karanlık manzara’ diyor, ‘kıyametin kopacağını bilmemizde yarar var’ ikazı yapıyor. Samimiyetine şüphem yok. Lakin “Bugüne kadar sürdürdüğü yaklaşımından, verdiği sözlerden caydığı taktirde, Ankara'yı neler bekliyor biliyor musunuz?” sözleri doğrusu beni dış politikaya dair bakış açısının ne olması gerektiğini düşünmeye itti. Hele de Wikileaks’in Amerikan diplomasisinin ‘sırlarını’ uluorta ifşa etmesinden sonra… O belgelerde Amerikalı diplomatların Türkiye’ye dair algılarının apaçık biçimde ortaya serilmesinden sonra… Doğrusu bazı çarpıcı detaylar dışında genel hatlarıyla büyükelçilerin raporları beni hiç şaşırtmadığını belirtmeliyim.

Şimdi asıl meselemize geçelim. Wikileaks’teki Türkiye’yle alakalı belgelerin asıl ehemmeyeti belki de Amerikalı büyükelçilerin Türkiye’ye bakışlarından ziyade bizim kendi kendimize nasıl baktığımız diye düşünüyorum.

Öncelikle gazeteci büyüğümdür, onun kadar deneyimli olmadığımı belirtmeliyim. Misal, şu Amerikan başkentini topu topu üç kere görmüşlüğüm var. Doğrusu şaşaadan uzak ama çok etkileyicidir… Hele de Amerikan siyasi tarihine dair biraz mürekkep yalamışsanız, son derece heyecan vericidir. Dünya siyasetinin kalbinin attığı yerdir.

Düşünün, Ankara’da Çankaya Köşkü, başbakanlık ve bakanlıklar etrafında, ‘ülke çıkarları’ doğrultusunda dünyanın dört yanıyla alakadar düşünce kuruluşları kümelenmiş olsa… Bu kuruluşlar milletvekilleriyle dirsek teması içinde dünyanın dört yanına dair oluşturulacak politikaları etkilemek üzere harıl harıl çalışsa… Etrafta Asya, Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’da onlarca ülkeye dair analizler yapan, kimisi bu uzak coğrafyalarla gelmiş ahali bulunsa… Yani siyaset dediğiniz ‘ülke içi güç ilişkileriyle’ sınırlı kalmayıp dünyayı kucaklıyor olsa… Sizce böyle bir diyarda yaşayan gazeteci, analist, akademisyen zevat kendini nasıl hisseder, dünyaya nasıl bakar, Birand gibi gelip giden gazetecilere nasıl mesajlar verir?

O halde Washington DC’ye dönelim… Böylesi bir Amerika’ya bakıp ‘kompleks’ de geliştirebilirsiniz, ‘adam sende!’ de diyebilirsiniz. ‘Adam sende!’ demek, ‘Kahrolsun Amerikan emperyalizmi’ slogancılığına götürür. İyidir, hoştur da, bir şey anlamak mümkün olmaz. ‘Kompleks’ geliştirmekse ekseriye şöyle olur: ‘Amerikan gücünün tasavvurları ve tasarımları, her şeyi belirler, herkesi dize getirir. O halde Amerika’nın sözünden çıkmayalım, yoksa yandık!’

Kanımca ikisini de yapmamak lazım gelir. Hele de bu kadar korkmuşsanız zaten ‘oyun dışı’ kalmışsınız, kişiliksizliği içinize sindirmişsiniz demektir.  

Ben ülkeler arasındaki ilişkileri bir açıdan insanlar arasındaki ilişkilere benzetirim. Misal kişiliksiz, adam yerine koymadığım bir dostum olsun istemem. Böylesi birinden alabileceğim bir şey yoktur. Yalaka olur, her daim bana biat eder, hataya düşeceğim vakit de beni ikaz edemez. Böylesi bir düşmanı zaten hiç dikkate almam. O yüzden akıllı, kişilikli, yeri geldiğinde kendi doğrularının arkasında duran bir dostu da, düşmanı da tercih ederim. Bir güç doğacaksa, asıl böylesi bir duruştan doğar.

Türkiye’nin de eskiden o da birkaç istisnai durum dışında Batı’ya endeksli, nasıl bir dış siyasete yöneleceği üç aşağı beş yukarı kestirilebilirken, hamlelerini giderek daha kişilikli bir zeminde yapmaya çalışan bir ülke. ‘Batılı’ ve ‘Doğulu’ yanlarının sentezi peşine düştüğü ölçüde ‘değeri’ artıyor. Bu sebeple figüranlıktan en azından bölgesel aktörlüğe giden bir yolda yürüyor, bir sonraki repliğini kestirmek zorlaşıyor.

Batılıların eskiden Türkiye için iki farklı senaryo geliştirmesi kafiyken, şimdi 10 farklı senaryo ile düşünmesi gerekiyor. Bunu sebebi komşularıyla tüm sorunlarını çözmüş olmasa dahi meselelerini en azından farklı bir zemine oturtan bir vizyon geliştirmesi. Bazen hesapları tutmasa; hamleleri, Ermenistan meselesindeki gibi konjonktürel olarak boşa çıkmış olsa dahi…

Şimdi, NATO’nun Lizbon zirvesinde ‘füze savunma kalkanına’ onay verdiği için ‘İdealist dış politika çöktü, bittik’ bağırışları karşısında, 1, 2, 3, 4, 5, 6 diye argüman sıralamalarına girmeyeceğim. Derdim, statükonun abartıldığı reelpolitik yorumlarda mütemadiyen yapılan kavramsal hata. Nasıl mı?

İdeali olmayan dış politika yoktur, olsa olsa sömürge ülkelerinde geçerlidir. Ayrıca ‘idealizm’ ve ‘realistlik’ bir çelişki gibi görünse de dış politikanın doğasına içkindir. Nasıl ki ABD’nin dış politika idealleri varsa, Türkiye’nin de vardır, olacaktır. Gücü ölçüsünde idealist düşünürken, idealler için statükoyu zorlamak da kaçınılmazdır. Misal ABD, biz inanalım yahut inanmayalım, ‘demokrasi, serbest piyasa, Batılı değerlerin’ peşinde koşar. Ha çifte standartları vardır, gücünün elvermedikleri, konjonktür sebebiyle çıkarına uymayanlar olur, o ayrı. Ama idealleri bal gibi de vardır. Bizim ‘reelpolitikçilerimiz’ gibi orada da birileri çıkıp bu idealizmi eleştirir.

Ortaya konulan dış siyaset itibariyle Türkiye’nin idealleri, komşularıyla meselelerini çözmüş, çevresinde barış ve istikrar ve ekonomik kalkınmaya meydan verecek bir iklim yaratılması. Bunda sahiplenilmeyecek bir şey yok. Uygulamada da Kafkasya’dan Balkanlar’a ve hatta Ortadoğu’ya kadar pek çok dosyada gayet de reel zeminden hareket ediliyor.  İlkelerden hareketle ideallerini reel zeminde zorlayan bir çizgi izleniyor.

Zaten süper ya da orta sıklet olsun ülkeler için genel manada dış politika ile ilgili benzetme yapmak gerekse, ‘iki yakası bir türlü bir araya gelmez’ tabiri münasip düşer.
Zira diplomasi oyunu tek başına oynanmaz. En basit figüran bile dengeleri altüst edebilir. Herşey güce kalsaydı, misal ABD’nin Taliban’a, İsrail’in Hizbullah’a çoktan boyun eğdirmiş olması icab ederdi.

Kıssadan hisse. ABD ile ilişkilerde ‘felaket tellallığının’ manası yok. Amerika’yla ilişkileri şekillendirirken, en başta Amerika’nın siyasi, ekonomik, askeri alanda gücünü/zaaflarını iyi bilmeli, dünya çapında uyguladığı/uygulayamadığı politikalarını iyi anlamalıyız. Washington DC’deki birtakım umacıların tehditlerini savuşturmanın yolu buradan geçiyor, her denilene ‘eyvallah’ demekten değil…

                                         ---------------------------

Yıllardır gazetelerde ve televizyonlarda takip ettiğimiz Gürkan Zengin mühim bir iş yapmış. Gürkan’ın Türk Dış Politikası’nda ‘Davutoğlu Etkisi’: Hoca başlıkla kitabından söz ediyorum. Yoğun çalışma temposunda dikkatle okumaya çalışıyorum. Benim de haber masasında bizzat tanıklık ettiğim Türk dış politikasının son 10 yılına dair son derece çarpıcı bir izlek sunuyor. Kitapla ilgili daha sonra kapsamlı bir değerlendirme yapmak elzem. Zira bilinmeyen pek çok detayın yanı sıra ‘ayırdına varılamayan’ hataları çok şık yansıtıyor.

Fakat bu seferlik yukarıdaki yazımda anlatmaya çalıştığım Türkiye’nin dünyadaki yerini algılama meselesi için referans olduğunu düşündüğüm iki alıntıyı aktarmak istiyorum kitaptan. Birisi 1990’ların sonunda Dışişleri Bakanlığı yapmış merhum İsmail Cem’e ait. Ortadoğu’ya farklı gözle bakmış, Yunanistan’la yeni açılımlara soyunurken çok eleştirilmiş ve bir açıdan konjonktüre kurban olmuş bir isim Cem. Diğeri de tahmin edileceği gibi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na… Vakti zamanında çok da dikkat etmediğim için hayıflandığım türden alıntılar.

İSMAİL CEM:
“Günümüz Türkiyesi’nin tarihteki Tanzimat teslimiyetçiliği ile dış siyaset yapmasını kimse beklemesin; ne hükümetimizden ne bakanlığımızdan ne de benden. Böyle bir yaklaşımı bizden yabancılar beklemiyor, böyle bir talepleri de yok. Ama kendi içimizde bu zihniyet bazen uç verebiliyor. Ben bunu uzun tarihinin hiçbir kesitinde sömürge konumuna düşmemiş bir ülkede, nasıl olmuşsa bazı diğmalara yerleşebilmiş bir ‘sömürge zihniyeti’ olarak tanımlamaktayım. Biz kendimize sömürge benzeri davranışları yakıştırırsak, başkalarından da sömürge muamelesi görürüz.”
(İsmail Cem, Türkiye, Avrupa, Avrasya-2. Cilt, Türkiye İş Bankası Yayınları)

AHMET DAVUTOĞLU:
“Bu kimliksiz seçkinler, kritik dönemlerde ön plana çıkıp belirleyici olmaktan çok, fark edilmemeye ve inisiyatif kullanmamaya şartlanmışlardır. Ülkelerini dünya gündeminde etkin bir konumda tutmak yeni mesuliyetler getireceği için edilgen olmayı daha emin ve risksiz bir siyaset olarak görürler. Davranışlarına, saygı görmenin getireceği mesuliyetlerden kaçınmak ile kale alınmamaktan korkmak arasında gidip gelen ürkek bir tavır hakimdir. Risk korkusuyla, kendi potansiyel güçlerinin dalgasını arkalarına almaktansa, başkalarının reel güçlerinin akıntıları doğrultusunda yüzmeyi daha emin görürler. Onlar için tarihin birikimi değil, ‘faturası’, coğrafyanın stratejik potansiyeli ve zenginliği değil, büyük oyunların oyuncularına sunulacak kozları vardır.”
(Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 17. Baskı, Küre Yayınları, İstanbul, Ekim 2004, S.33-34)