- “Günümüzde gladyatörlük mesleğine - eski Roma’da öldürme sanatı gerçek anlamda bir meslekti çünkü - en yakın uğraşın, yazarlık olduğunu düşünüyorum” yazmışsınız. Ayrıca “Ölümü her kalem oynatışta biraz daha yakında hissetmek” neden?

Eski Roma’da gladyatörler ölüme mahkûm insanlardı, bazıları eceliyle ölmüş olsa da. Ölümle burun buruna yaşıyorlardı. Ölmemek için öldürmek zorundaydılar. Günümüzde yazarın konumu gladyatörlerinkinden pek farklı sayılmaz. Yazar, konumu gereği iktidarın, güçlünün hedefinde çünkü. Ve risk alıyor, eğer doğruları yazmak gibi bir amacı varsa. Yazma eylemi yalnızlık da gerektirir, sözcüklerle baş başasınız, dil içinde ve dış dünyaya rağmen hayal gücünüzden yola çıkarak bir kurmaca yaratmak durumundasınız. Bu tür yalnızlık da bir tür ölüm sayılır. Dünyayı yazmak için dünyadan, gerçekliğin çekiminden vazgeçmek gibi bir şey.

- “Bir şeyler yazmalıyım mutlaka. Annenin kollarında can veren oğula dair, bir dönem Türkiye’de çarmıha gerilen dostlara dair, baskıya, işkenceye, inanca, ölüme dair bir şeyler” yazmışsınız bir yerde...

Annenin kollarında can veren oğuldan kastım Michelangelo’nun La Pieta adlı heykelidir. O heykeli Roma’da gördüğümde çok etkilenmiş, “La Pieta” başlıklı bir öykü yazmıştım. Amacım, İsa’nın cansız bedeninden hareketle askeri darbeden sonra yaşanan acıları dile getirmekti. Sevilen öykülerim arasında yer alır. Roma’nın öznel coğrafyamda yazınsal çağrışımlara açık bir yeri olduğunu belirtmeliyim. Ama, aynı zamanda, bu kentin tarihsel katmanlarının önemini de vurgulamaya çalıştım kitabımda.

- Eski günlerin girdabına, genç sevgiliyle birlikte yapılan ilk Roma yolculuğunun çağrışımlarına kapılıp gidince, “İstanbul’da 12 Eylül cellatlarının elinde can veren bu sevgilinin acısı hançer gibi” diyorsunuz. Gerçek bir kayıp mı burada sözü edilen?

Evet, işkencede ölen bir genç kadındı söz konusu olan. Uzaktan tanımıştım. Ölüm haberini alınca çok sarsıldım. Yıllar geçti üzerinden, hâlâ içimde kapanmayan bir yaradır. Onu, işkencede konuşmayan bir kahraman gibi tasarladım. İmgesi Roma’da gördüğüm “La Pieta” ile örtüştü. Ama yalnızca imgesi, belki de hayali. Roma’da taşların sustuğunu, kentin artık ona hiçbir şey söylemediğini yazar Cesare Pavese, intiharından önce. Bu duyguyu anlamaya ve anlatmaya çalıştım kitabımda. Ama Roma’nın bana ilginç efsaneler anlattığı da olmuştur.

- Bu tür kitaplarınızda bir okur olarak Nedim Gürsel’in gözünden o coğrafyaları okuyacağımızı düşünüyoruz ama siz ağırlıklı olarak yazarların, şairlerin, ressamların gözünden; onların eserleri, yaşamı ve aşklarının izinde anlatıyorsunuz o coğrafyaları. Neden bu tercih?

“Bana İtalya’yı Anlat”ta kendi yolculuk izlenimlerim de var. Anılar, manzaralar, anektodlar da. Ama ağır basan Rönesans resmine bakış diyebilirim. İtalya’yı resim sanatının ve edebiyatın, giderek sinemanın dışında düşünebilir miyiz? Kendi bakışımla, kendi izlenimlerimle bu ülkenin bende çağrıştırdığı kültür ve sanata değin unsurları harmanlamaya çalıştım. Örneğin Mattera’ya gidip o coğrafyanın etkisinde kalabilirsiniz, ama Carlo Levi’nin Mussolini döneminde oraya sürgün gönderildiğini ve ünlü romanı “İsa Bu Köye Uğramadı”yı bugün terk edilmiş olan San Aliano köyünde yazdığını biliyorsanız, bu duruma kayıtsız da kalamazsınız. Ben bir tarz oluşturmaya çalıştım. Bir ülke yalnızca bir toprak parçasına ya da manzaralara indirgenemez diye düşünüyorum. O ülkeyi anlatıyorsanız yazarları ve sanatçılarıyla da haşır neşir olmalısınız. Mutfağı ve insanlarıyla da. “Bana İtalya’yı Anlat” benim İtalyamı anlatıyor okura. Başkaları da kendi İtalyalarını anlatabilirler, ama bildiğim kadarıyla bugüne dek hiçbir Türk yazarı baştan sona İtalya’yı anlatan bir kitap yazmamış.

- İtalya’yı en iyi hangi yönetmenin gösterdikleri, hangi yazar - şairin yazdıkları, hangi ressamın çizdikleri, hangi heykeltıraşın yonttukları yansıtır? Roma sokaklarında yürürken kulağınızda hangi müzik yankılanır?

İkinci Savaş sonrasında ortaya çıkan yeni gerçekçi İtalyan sineması benim kuşağımı derinden etkilemiştir. Rosselini, Visconti, Pasolini gibi yönetmenleri özellikle anmak isterim. Tabii Fellini’yi de. “Amarcord”un bir başyapıt olduğunu düşünüyorum. Visconti’nin “Venedik’te Ölüm”ünün de. Bu filmden ve Thomas Mann’ın kitabından yalnızca “Bana İtalya’yı Anlat” da değil, “Aşk Kırgınları”nda da yeterince söz ettiğimi belirtmeliyim.

NEDİM GÜRSEL'DEN İTALYA TAVSİYELERİ

- İtalya’ya gidince yapmadan, görmeden, tatmadan dönmeyin dediğiniz şeyler neler?

Roma tarzı pizzayı daha kalın hamurlu Napoli pizzasına yeğlerim. Spagethi tercihim “à la vongole”, yani deniz ürünleriyle hazırlanandır. Tabii iyi soğutulmuş Toscana şarabı eşliğinde. İtalya’nın her yeri kendine özgü güzellikler taşır. Bu güzellikleri elimden geldiğince okurla paylaşmaya çalıştım.Yalnızca güzellikleri mi? Anılarla acıları da. “Bu ülkede sanki hiç kötü günüm olmadı” diye başlayan bir cümle kurmuşum ama bu cümlenin sonu şöyle: “Cenova’da kederden, ayrılıktan öle yazan ben değildim. Gece yarısı otobüslerinde kenti, kentleri bir uçtan bir uca kat eden de.” Fransa, İspanya, Rusya, Amerika üzerine de kitaplar yazdım, Akdeniz duyarlığını dile getiren kitaplar da. Amerika’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Orta Doğu’ya çok ülke gezdim, ama İtalya’nın yeri başka. Bu ülkeyi anlatan bir kitap yazma düşüncesi ve isteği uzun yıllardan beri peşimi bırakmıyordu, sonunda bu da oldu işte. Artık başka denizlere yelken açmanın vakti geldi. Ömür biter yol bitmez.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr