Gazeteci Banu Güven, Almanya’nın saygın gazetecilik ödüllerinden Henri Nannen Olağanüstü Gazetecilik Performansı Ödülü’ne layık görüldü. Türkiye’de basın özgürlüğü için verdiği mücadele nedeniyle ödüllendirilen Güven, “Liseden mezun olurken gazeteciliği kafama koymuştum, çünkü memlekette ve dünyada olan biteni, çatışmaları, haksızlıkları daha iyi anlamak ve anlatmak gerektiğini düşünüyordum. Barış perspektifiyle, yaşamı esas alan bir anlayışla işimi yaptım, hep de böyle yapacağım” diyor. Güven, ödülünü ve gazetecilik serüvenini Cumhuriyet’e anlattı.

- Bir panelde iki seçimdir mesleğimi yapamadım dediniz...

2011 seçiminden önce yaşananlar bugüne doğru savrulduğumuz önemli bir virajdır... Yasaklı milletvekili adayları, yayın akışına karışan hükümet temsilcileri, peş peşe işine son verilen gazeteciler... Tam 14 yıl çok severek emek verdiğim, zamanında çok iyi bir gazetecilik örneği verdiğimiz NTV ile yollarımızın ayrılacağı da o zaman belli olmuştu. Seçimden bir hafta önce Leyla Zana’nın yayınıma çıkması istenmedi. Ben de ‘O çıkmadan hiçbir yayın yapmam’ dedim. Kanalın da niyeti zaten beni seçimden sonra göndermekmiş. O kriz nedeniyle bu ortaya çıktı. TV gazeteciliği yaptığım dönem boyunca ilk kez o zaman bir seçimi stüdyodan aktarmak yerine, evden izlemek zorunda kaldım. Son referandumda ise çok sevdiğim kanalımız IMC TV artık yoktu. Sandıklar açılırken gittim, bir sandığın başına oturdum bu kez. Müşahit gibi, bari burada tanık olayım seçime diye. Sonra da iki yayına konuk oldum. Biri Artı TV, diğeri Medyascope idi.

- Bu koşullarda meslek aşkınızı canlı tutmayı nasıl başarıyorsunuz?

Bütün bağımsız kanalların ‘milli güvenliğe tehdit oluşturdukları’ iddiasıyla kapatılması aslında şu anlama geliyor: Artık bu işi yapamazsınız. Israr ederseniz hakkınızda hayırlısı olmaz. Ayrıca çalışacak yer de bulamazsınız, çünkü izin vermeyiz. Zaten sizi çalıştıracak bir kanal da bırakmadık. Ama gazeteciliği bitiremiyorlar işte. Ne oluyor? Ankara’daki bir grup işsiz kalan gazeteci ve yurttaş bir araya gelip ilk #haberSİZsiniz yayınını yapıyor. Biz gazeteciler bir gün içinde ana akım medyanın artık hiç görmeyeceği haberleri aktarmak için yayın planlıyor ve gerçekleştiriyoruz. Her yerdeyiz, her an yayına girebiliriz. Hayatı kazanmak ayrı bir mesele. Başka işlerden hayatını kazanmaya çalışanlar da var. Yurtdışından, özellikle de artık Türkiye ile göbek bağı olan Almanya’dan gelen mesleki destek çok önemli. Ben sosyal medyada Sansürsüz Türkiye (Türkei Unzensiert) yayınlarını başlatan WDR Cosmo için her hafta yorum ve izlenim hazırlıyorum. taz.gazete’ye de yazıyorum arada. İsviçre Radyosu RSF’nin Kültür Bölümü’ne bir dosya hazırladım mesela.

- Habercilik anlayışınız hiç değişti mi?

Hayır, değişmedi. Liseden mezun olurken gazeteciliği kafama koymuştum, çünkü memlekette ve dünyada olan biteni, çatışmaları, haksızlıkları daha iyi anlamak ve anlatmak gerektiğini düşünüyordum. Okulda eleştirel düşünceyi benimseten hocalarımız olsa da, resmi tarihin tedrisatından geçmiştik. Tam da 80 darbesi sonrasında gittim liseye. Ama tam da bu ortam beni gazeteciliğe itti. Kürt meselesinde gözümü açan ve beni yerle yeksan eden Celal Başlangıç’ın bu gazetede yayınlanan Yeşilyurt’ta köylülere işkence haberiydi. Barış perspektifiyle, yaşamı esas alan bir anlayışla işimi yaptım, hep de böyle yapacağım.

- Almanya’ da aldığınız ödülden söz eder misiniz?

Bu ödülü mücadele veren tüm meslektaşlarımla birlikte almış kabul ediyorum kendimi. Çünkü hep beraber güçlüyüz, tek başına duramayız. En çok da parmaklıklar ardındaki dostlarımı ve diğer meslektaşlarımı anarak alacağım bu ödülü. Bizler için çok değerli olan Hrant Dink’de 2006 yılında bu ödülü almıştı. Onunla aynı ödülün sahibi olmak benim için ayrıca bir onur.

- Geleceğe dair neler söylersiniz?

En önemlisi: Meslektaşlarımızın özgürlüklerine kavuşması ve canım arkadaşım Ahmet Şık’ın haykırdığı gibi: ‘‘Çocuklarımızın düşlediği bir geleceği yaratmak için’’ çalışmaya devam!

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr