Karikatürist, yazar, dergici, tasarımcı, sözün özü “bol sıfatlı” Metin Üstündağ ile söyleşi yapmak üzere buluşunca ilk soru ondan geliyor: Çıplaklık nasıl gidiyor? Üstündağ’ın esprileri hiç durmuyor. Espiri aralarında sohbet edebiliyoruz ancak. Üstündağ’ın sarı renkli epey eski model cep telefonu ise ona göre daha “akıllı” bir telefon. Neden mi? Çünkü zamanını çok almıyor ve sürekli bildirimlerle dürtmüyor! Üstündağ’ın, Amerikan Hastanesi’nin “Opeation Room” salonunda açılan “Ağlak Muğlak” adlı ilk kişisel resim sergisi de 13 Mayıs’a kadar izlenebilir.

-Sergi için “Ağlak Muğlak” adını seçmişsiniz. Neden ağlak detayı?

Hem kişisel hem de memleket meseleleriyle ilgisi var. Mesela bir mesele, nasıl altmış yıl sürebilir? Belki de asıl sorun, soruna bakış açımız. Bizden yaşlı bir meselede bizim rolümüz ne olabilir? Biri doktora gitmiş, ‘Doktor bey, parmağımla nereye dokunsam acıyor’ demiş. Doktor muayene etmiş: ‘Ağrıyan yer dokunduğunuz yer değil, parmağınız kırık’ demiş. Mevzu bu. Ağlaklar, parmağın kırık olduğunu fark edenler ve ellerinden pek bir şey gelmediği için tepkilerini sulu tarım yaparak gösteren figürler.

-Peki, ağlaklıktan muğlaklığa neden geçiş yapıyorsunuz?

Muğlaklık, belirsizlik. Sevgili kuratörüm Ilgın Hanımefendi’nin fikriydi bu. O kadar üst üste geliyor ki acılar, şöyle göz dolusu ağlamaya bile ne vaktimiz, ne takatimiz kalıyor.

‘Balık baştan GDO’lu kokuyor’

-Çizdiğiniz resimlerde çay, kül, ayran gibi organik maddeler kullanıyorsunuz.

'Artizlik’ olsun diye değil, o an elimin altında hangi malzeme varsa onunla resim çiziyorum.

-Domatesin değil, bakışın organiğiniistiyoruz, bu arada.

Ben de bir zamanlar: “Kiraz zamanı kiraz yemek sosyalizm, kara kışta kiraz yemek vahşi kapitalizm’ demiştim. Ama artık olabilir. Bir kıtada kışken, bir kıtada yaz olabiliyor. Meyve, sebze kadar insanımızın GDO’suyla da oynandı. Organik olmayan insanlar ve organik olmayan sistem, organik olmayan ürünleri ve hayat biçimlerini üretiyor. Balık baştan GDO’lu kokuyor.

-OT, Kafa, Bavul ve diğer türdeşleri için edebiyat çevresinde “ölü sevici” tanımını yaparak eleştirenler var.

Ölü sevici olan dergiler değil, genel zihniyet. Cemal Süreya’nın kitapları şimdi baskı üstüne baskı yapıyor ama ölmeden önce bin lira bulamadığı için evinden taşınamamış mesela.

-Turgut Uyar’ın “Bütün mümkünlerin kıyısında” dizesini çok sevdiğinizi biliyorum. Peki, mümkün mü bütün mümkünlerin kıyısında olmak?

Yaşıyorsak, seviyorsak seviliyorsak, sağlığımız afiyetteyse, insanlık adına ufak tefek hayallerimiz, bir umudumuz, bir çabamız varsa, “bütün mümkünlerin kıyısında” olabiliriz her daim.

-Tükenmişlik sendromu” ile tanıştık. Bir de tükenmeme sendromu yok mu?

Rewhat Aslan’ın ‘Aşık Durduran’ isimli çok komik bir tipi var. Elinde sazı: “esme rüzgâr esme, ötme bülbül ötme, uçma turnam uçma, geçme zaman geçme’ diye türküler söylüyor. Burada insan evladının sebep olduğu canlı ve değer tükenmeleri var. Kültür tüketmeme, koruma üzerine kurulu. Sadece doğayı çevremizi değil, nefesimizi, birbirimizi de tüketiyoruz. Taze ve çabuk tüketilemeyecek hayaller kurmaya ihtiyacımız var.

‘Siyaset hizmet değil hezimet’

-Bugün herkes her konuda slogan atar gibi konuşmamızı ve davranmamızı istiyor, bekliyor. Slogan atmak zorunda mıyız?

Gezi Direnişi’ndeki en saçma gibi görünen ama en anlamlı sloganlardan biri: ‘Çare Drogba’ydı mesela. Bu, şu demek: “Herkes iyi niyetli olursa, herkes bir ortak paydada buluşursa, sorunları Drogba bile çözer.” Niyet ve zihniyet kara vicdanlı olursa, hayat yokuşa sürülürse, illa bizim istediğimiz olacak diye dayatılırsa, bir ortak paydada buluşulmazsa, hiçbir slogan işe yaramaz.

-Referanduma günler kaldı. Ne söylemek istersiniz?

Referandumdan ne sonuç çıkarsa çıksın, paramızla, oyumuzla, zamanımızla yine madara olacağız. Neden? Birileri parti kuruyor ve ‘Biz memleketin sorunlarını çözmeye talibiz’ diyorlar. İnsanlar oy veriyor, seçiyor, Meclis’e gönderiyor, maaşlarını ödüyor ve onlar hiçbir meseleyi çözemeden, sorunları referandum kanalıyla yine halka havale ediyorlar. Deniliyor ki: ‘Yeni sistemde başkan, Meclis’i fesh edebilecek.’ Ee, Meclis bu sorunu Meclis’te çözemediği, bir nevi kendi kendini fesh ettiği için, referanduma gidilmiyor mu zaten?

-Ama bize sormadan Başkanlık sistemini getirseler daha mı iyi?

Başkanlık sistemini biz mi istiyoruz? Kudurduk mu ayol? Başka derdimiz mi yok bizim? Neredeyse üç yılda bir seçime gidiliyor artık. Onca masraf yapılıyor, sinirler geriliyor, piyasalar altüst oluyor. İyi de neyi seçiyoruz, kimi seçiyoruz, neyi çözüyoruz? Hem, biz referandumla seçeceksek, Meclis niye var? Sorunlara çözüm bulmak için seçtiklerimiz, en büyük sorun oluyor. Siyaset, bir hizmet sektörü olacakken, bir hezimet sektörü haline geliyor. Seçimlerle halka tercih hakkı vermiyorlar, vebal yüklüyorlar aslında.

‘Hayatın suratı mahkeme duvarı gibi’

-Pazar Sevişgenleri köşenizde çizdiğiniz kadınlar, kilolu, ağlayan, kızan, gündelik hayatın gerçek anlarında estetik kaygı taşımayan hakiki kadınlar. Bu kadınlarla nasıl empati kuruyordunuz?

Eskiden güzel kadın çizen usta karikatürcüler vardı. Mesela Necmi Rıza, Bedri Koraman gibi. O çizgilerdeki kadınlar süs insanlarıydı, seks objeleriydi, edilgenlerdi. Pazar Sevişgenleri’yle kadınlar insan gibi çizilmeye başlandı. Kitabım müstehcen diye toplandı ama hiçbir müstehcen sahne yoktu. O sıralar Charlie Hedbo’dan üstat Wolinski LeMan dergisine misafir gelmişti ve “Yeterince açık saçık çizmemişsin diye kitabını toplatmışlardır” diye espri yapmıştı. Sonra karikatürlerin balonlarını Fransızcaya çevirince yaşlı ve rahmetli kurt: “Olay müstehcen değil, siyasi” demişti. Çünkü Pazar Sevişgenleri’ndeki tipler, seksten çok, erkek zihniyeti, hayat gailesi, memleket meseleleri üzerine konuşuyorlar. Bizim mizahımızda bir gelenek vardır, ezilenin tarafını tutmak. Empati denilen de kısaca bu.

-Çok merak ediyorum mahkemedeki iddiaları ve savunmaları.

Asıl sebep, toplumun ar ve haya damarlarını çatlatmak! O kadar acaipti ki dava süreci. Mesela savcı, karikatürleri oynuyordu. Önce sahneyi anlatıyor, sonra tipleri canlandırıyor, istemeye istemeye gülüyor ve: ‘Aslında çok ayıp bu’ diyordu. Hâkimimiz kadındı, hâkimeydi ve sağ olsun, hep kitaptan yana tavır koydu. Zaten beraat ettik. Dava sonunda da hâkime hanımefendi, benden imzalı kitap istedi. Keyifle imzaladım.

-Acıdan beslendiğini söyler ya pek çok sanatçı. Siz de acıdan mı beslenirsiniz? Sizin yakıtınız ne?

İlla acıdan beslenmek gibi bir durum yok ama acı hep var. Acı, öğretir ama üretmek için şevk, zevk ve heves gerekir. Bugün hevesimiz, kursağımızda, şevkimiz kırık. Hayatın suratı mahkeme duvarı gibi. Zaman geçmiyor da adeta köşe bucak kaçıyor bizden. Benim yakıtım, aklım ve yüreğim. Kurşunsuz benzin yani. Yüreğimin götürdüğü yere giderim ama Susanna Tamaro gibi de ağlamam bu arada.

'Ekranda danaya girer gibi tartışmaya giriyorlar' 

-Biz eskiden neye “evet” yada neye “hayır” dedik ki bugün bu duruma geldik?

Üretmeden tüketmek üzerine kurulan bir hayat biçimi benimsendiği için. Mesela birileri çıkıp dedi ki: “Bizden olun, bize biat edin. İşiniz, çocuğunuzun okulu, geleceğiniz, her şey garanti altında. Sınav sorularını çalacağız, Ali’nin külahını Veli’ye Velinin külahını rantiyeye giydireceğiz, hazineyi yağmalayacağız. Polisi, askeri kendi adamlarımızdan seçeceğiz, üretmeden gül gibi yaşayacağız.” Bu zihniyet olduğu için, üretmeden tüketmeye ‘evet’ denildiği için buralara kadar geldik. Bu algı sadece cemaatte değil, hayatın her alanında var artık ve makul sayılıyor. Bu hayatın her alanındaki haksız, menfaatçi zihniyet değişmedikçe, sadece başroldeki kişi isimleri değişir. FETÖ bir sonuç yani. Sebep FETÖ’nün önerdiği bu hayat biçimini benimsemek durumunda kalan insanlar. İnsan malzemesindeki bu erozyon nasıl giderilebilecek, asıl bunu konuşmak lazım.

-Ekranda acayip bir komedi dönmüyor mu? Tartışma programları talk show gibi. Aynı görüştekilerin birbiriyle tartışması komik değil mi?

Kurban Bayramı’nda dört kişi birleşip danaya girer gibi tartışmaya giriyorlar. Danışıklı Dövüş Kulübü yani. Bu programlar da evlilik programları kadar kanserojen aslında

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr