“American Honey”yi izlediğinizde şunu hemen fark ediyorsunuz: Amerika çok büyük. Öyle büyük ki, neredeyse 3 saatlik film süresince ve perdede günler süren hikâye boyunca gidilen onca yola rağmen bir de dönüp bakıyorsunuz ki bir arpa boyu yol gitmişsiniz. Hâlâ ıssızlığın ortasında, devasa bir coğrafyanın kıyısındasınız. Andrea Arnold da belli ki bitmek tükenmek bilmeyen bu yollardan, göz alabildiğine uzayıp giden manzaradan etkilenmiş en çok. Ve yoksulluktan... Sınıf sisteminin çok keskin olduğu İngiltere’de bile görmediği büyük yoksulluk ilk kez ülkesi dışında bir film çeken Arnold’a nasıl dokunmuşsa artık, çok iddialı cümleler kurmadan, bir grup genci merkezine yerleştirdiği filmiyle Amerikan rüyası denen o müphem kavramın bir yol kenarında farkında olmadan içine düştüğünüz kanlı bir bataklık kadar tekinsiz yüzünü anlatmaya yeltenmiş.

Minibüsle başlayan yolculuk....

Yiyecek bir şeyler bulmak için üvey kardeşleriyle birlikte çöpleri eşeleyen Star (Sasha Lane) Amerikan toplumunun en alt tabakalarından birine mensup ama yaşı ve doğası gereği geleceğe dair tüm ümitlerini henüz tüketmemiş bir genç kızdır. Tesadüfen karşılaştığı Jake (Shia LaBoeuf) adlı genç ona kendisiyle gelmesi için bir iş teklif ettiğinde ikna olması çok uzun sürmez. Jake ve arkadaşları, kendisi gençlerden oluşan 10-15 kişilik bir tayfa, bir minibüse doluşup şehir şehir, kapı kapı dolaşıp insanlara dergi aboneliği satarak para kazanmaya çalışmakta, işsizliğin en belalı dert olduğu ekonomik iklimde aslında ikna yöntemiyle dilenerek geçinmektedirler. Star da diğerleriyle bile minibüste bir koltuğa yerleşir ve Kansas yollarında belirsiz bir maceranın akışına kendini bırakıverir. Jake ile kapı kapı dolaşmaya başlayan Star, bir yandan dergi satışının püf noktalarını öğrenir, bir yandan da Jake’in pervasız yalanlarına şaşarken, biz izleyiciler de aslında kültürü, yaşam biçimi ve insan ilişkileri bize çok da benzemeyen bir toplumun ekonomik disiplininin hangi baskı noktalarıyla manipüle edildiğine dair ilginç ipuçları görüyoruz. Kimi zaman inşa edilen yeni bir kafeteryaya, kimi zaman bedava eğitim hakkına, kimi zaman da bir kilise için toplanan yardım masalına tav oluyor insanlar. Ne kadar uzak olsa da bu kısmı çok tanıdık, çok yakın geliyor sonra; insanlar gerçeğe değil, duymak istedikleri yalanlara prim veriyorlar en çok ve bu durum dünyanın her köşesinde aynı ne yazık ki.

Özgür ruhlu, hesapsız bir kadın...

Star, bugüne kadar izlediğimiz birçok karakterden izler taşıyan ama son tahlilde benzersiz bir genç kadın. Özgür ruhlu, hesapsız, doğaya ait ve merhametli biri. Havuza düşmüş bir arıyı kurtardığını, omzundaki çekirgeyi hiç ürkütmediğini, Jake’in eline tutuşturduğu kaplumbağayı göle bıraktığını, hatta bir ayıyla ahbaplık ettiğini görüyoruz, başka birçok hayvanla muhabbetinin ötesinde. Sanki onların bir parçası aslında, insanlar topluluğunun değil. Öte yandan aralarına karıştığı grup her ne kadar toplumun dışında kalanlardan oluşsa da hiçbiri “karşı kültür” diye tarif edilen bir yaşam biçiminin parçası değil; aksine, Amerikan rüyasına inanan, bu rüyanın çeşitli tezahürlerini kullanarak para tırtıklamaya çalışan ama sorsanız geleceğe dair hayallerini bile tarif etmekten aciz çocuklar hepsi. Toplumun dışına itilmişler, ve baktığınızda toplum karşıtı gibi duruyorlarsa da öyle değiller, kendi iradeleri dışında olmuş her şey. Fakirler, kaybetmişler, kabullenmişler. Star’ın onlardan en önemli farkı da bu belki: fakir olsa da bir bakış açısına sahip olacak denli vicdan sahibi, ve bir insanın gözlerine bakıp da yalan söylemek ona göre değil. İlginç bir şekilde film boyunca Star’ın ne zaman başına ciddi bir bela gelecek diye bekliyor, işte şimdi tongaya bastı diye sık sık hayıflanıyor ama her seferinde kolayca yırttığını görüp rahatlıyorsunuz. Bir süre sonra sizi de en olmadık yerlere sürüklemeye başlıyor ve siz de en acayip ortamlara dalmak için sabırsızlanıyorsunuz, tıpkı yaklaşık 3 saat boyunca takip ettiğiniz küçük cesur kız gibi.

Genç kadro...

Shia LaBoeuf ve Riley Keough hariç tümü (Star yani Sasha Lane dahil) amatör oyunculardan oluşan genç kadro akla Larry Clarke’ın filmindeki gençleri getirecek denli sağlam bir iş çıkarıyor ve biraz da Arnold’un sayesinde muhakkak, perdede temsil ettikleri sosyal sınıfa ait gençleri olabildiğince gerçekçi bir şekilde canlandırıyorlar. Tüm taşkınlıkları, çocuklukları, eziklikleri ve arızalarıyla tam da oldukları gibiler. En çok müziğe tepki veriyorlar (ki çoğu parçayı kendileri seçmişler) ve fiziksel heyecanları, kontrolsüz libidoları ekrandan taşıp üzerinize bulaşıyor adeta. Doğruya doğru, uzun bir film “American Honey” ama neredeyse hiç sarkmıyor, yer yer inandırıcılık problemi yaşar gibi olsa da izleyiciyi zorlamıyor, onunla inatlaşmıyor ve yoluna bakıyor. Nihayetinde kaybetmeye alışmak istemeyen, bunu bir kader gibi görmeyen, kaybetmeyi kabullenmeyi reddeden ve hayatı olumlu bir kavganın içinden kabul eden bir genç kızın hikâyesi bu film ve galiba hepimize biraz bu ruhtan lazım.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr