John Berger’in aramızdan ayrılışını öğrendiğim önceki geceden beri onun geçen kasım ayında 90. yaşgününü kutlama amacıyla “Toplu Şiirleri”ne önsöz yazarken nasıl bir baş dönmesi geçirdiğimi hatırladım. 1953’ten beri sadık bir okuruydum John Berger’in. 1978’de Avrupa’daki göçmen işçilerle ilgili “Yedinci Adam”ı Türkçeye çevirmiştim. Aynı yıl Bige Berker’in çevirdiği “Sanat ve Devrim” Kemal Demirel’in Yankı Yayınları’ndan çıkmıştı. Kemal Ağabey’le ortak bir dostumuzun aracılığıyla Berger’i İstanbul’a davet ettik. O da Alplerdeki Quency köyünden küçük Citroen arabasıyla yanına eşi Beverley’yi ve iki buçuk yaşındaki oğlu Yves’i de alarak gelip bizi buldu.

Aileden biri

Onlar için hazırladığımız sofrada Cihat Burak, Can Yücel, Mehmet Ulusoy gibi dostlar da vardı. Burada kaldığı süre içinde İstanbul’u gezdi, Ruhi Su’yu, Emirgan’da Ergün ve Uğurtan Aksel’in evinde Niyazi Sayın’ı, Necdet Yaşar’ı, Reşat Uca’yı dinledi. Kenan Mortan’ın kılavuzluğunda Adapazarı’nda Belediye Başkanı’nın konuğu oldu, Sait Faik’in amca oğlunun kendisine verdiği Fransızca çeviri kitaptan Sait Faik’in öykülerini okudu. Mudurnu’da Bülent Ecevit’in Köy-Kent mitingini izledi.

Bu ilk gelişinden sonra önce Uluslararası İstanbul Film Festivali’ne jüri üyesi, daha sonra Tüyap Kitap Fuarı’na onur konuğu olarak geldi. Değişik kurumlarda konuşmalar yaptı, birçok yazar ve aydınla tanıştı. Burada yaşadıklarıyla ilgili ilginç yazılar yazdı. Artık biz onu nasıl aileden biri saydıysak, o da burada tanıdığı birçok insanı dost bildi. Paris’te Abidin Dino’yla, Selçuk Demirel’le bu dostluğun nasıl pekiştiğini ortak çalışmalarında gösterdi.

Vicdanın sesi

John Berger şiirle başladığı sanat hayatını, ressamlıkla, sanat eleştirmenliği, roman, öykü, senaryo ve oyun yazarlığıyla sürdürdü. Neredeyse kırk yıl yaşadığı dağ köyünde oradaki köylüler gibi ırgatlık yaptı. En karmaşık kültür ve sanat sorunlarını ele alırken bile sıradan insanların gündelik yaşayışlarından uzaklaşmadı. Her çabasını acımasız ve umursamaz bir dünyada ezilenlerin, yerinden yurdundan edilenlerin, sömürülenlerin sorunlarını dile getirerek insanlığın vicdanının sesi olmayı başardı.

Yanlış hatırlamıyorsam bir yazısında şöyle diyordu John Berger. “Neydi beni yazmaya zorlayan? Sanki söylemem gereken bir şey vardı ve ben onu söylemezsem, bir şeyin eksik kalacağı tehlikesiyle karşılaşacaktık. İşte ben bu tehlikeyi önlemekle yükümlüydüm.”

Bu da Sai t Faik’in “Yazmasam delirecektim,” sözünü bize hatırlatıyor.

John Berger yazdıklarıyla bu yükümlülüğün gereğini hepimizi kendisine hayran bırakan bir cömertlikle yerine getirdi. Belki de bu yüzden bir efsaneye dönüştü.

Şimdi onunla bu son buluşmamızda onu yeniden gerçek insan boyutuyla, bize yalnız insanca bakıp görmeyi değil, aynı zamanda birbirimizi insanca dinlemeyi de öğrettiği için sevgiyle uğurluyoruz.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr