Açar bundan 30 yıl önce genç tiyatrocular arasında bir efsaneydi. Önce Galatasaray Lisesi’nde ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde sahneye koyduğu oyunlar her seferinde olay yaratır, “Açar bu sefer ne yapmış acaba?” cümlesi “Açar yine yapacağını yapmış” cümlesiyle tamamlanırdı. Onun sahneye koyduğu son oyunda ben de oynamıştım ve o zamandan beri de dostluğumuz baki. Tiyatrodan sonra sinemaya el attı, eleştirmenliğe başladı ve o alanda da zirveye çıktı. Ama asıl yaratıcı yönünü edebiyatta sergiledi Açar. Hayalet Gemi’de (bu da başka bir efsanedir, bir gün anlatılması, hatırlanması gereken) başladığı yazın serüveni 1998’de orada yayımlanan hikâyelerini topladığı “Anarşik Rehavet”e dönüştü ve sonrasında da aralıklarla dört roman geldi. “Kayıp Hasta” Açar’ın beşinci romanı. Hafızasını kaybetmiş bir adamın kendini bir hastanede bulmasıyla başlayan ve kafkaesk bir kâbusa dönüşen distopik bir macerayı anlatıyor roman. Açar’la romanını ve romanda sık sık karşımıza çıkan rüyaları konuştuk. 

 Şu söyleyeceklerimi hatırlayacaksındır muhakkak: “Adam düş görüyordu ve gördüğü düş dünyaydı”. Yıllar önce senin yazdığın bir tiyatro oyunundan... Düşler her zaman senin için önemli ve ilham vericiydi değil mi?

Evet öyleydi. O oyun Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni sahneleyen amatör bir tiyatro grubunun öyküsünü anlatıyordu. Sözünü ettiğin ve senin de oynadığın o sahnede Borges etkisi vardı. “Kayıp Hasta”nın ilk bölümünde, Ali Z. ile danışman arasında geçen “duvar dijital mi, gerçek mi?” diyaloğunu yazarken benim de aklıma geldi o sahne. Ama romandaki konuşmanın işlevi farklıdır. Gerçeklik, rüya ve hayaller arasındaki geçişlerin belirsizliğini okura önceden hissettiren bir diyalogdur. 

“Kayıp Hasta”da da düşler çok önemli bir yer tutuyor. Kendi düşlerinden de izler var mı bu romanda, öncelikle onu sorayım.

Düşlerimi bire bir yazdım diyemem ama esinlendim. Örneğin Ali Z’nin doktorunun peşinde koştuğu bölüm... Doktor o hastaneye niye geldiğini söyleyecek tek kişidir, peşinden koşar ama bir türlü onu yakalayamaz. Benzer bir rüya görmüştüm. Hatta “Kayıp Hasta”nın ilk fikirleri o rüya üzerine düşünürken filizlendi. Rüyalarından esinlenen çok sanatçı ve yazar vardır. Sözgelimi Luis Bunuel, “Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği”nde refah içinde yaşayan Batı’daki üst orta sınıfların vicdansızlığını anlatırken düşleri bilinçdışının bir yansıması olarak kullanır. Edebiyatta gerçekliği rüyalar, hayaller, gündüz düşleri üzerinden anlatmaya başladığınız anda özgürleşirsiniz. Ben o özgürlüğü çok seviyorum. Düşlerimiz bizi özgürleştirir, gerçeklere yaklaştırır. Kafka’nın yapıtlarında beni çeken de budur aslında.

‘Kafka’nın acıları gerçektir’

Bu arada Kafka demişken bir parantez açalım. İlk göz ağrın belki tiyatroydu ama o zamanlar bile Kafka’ya olan ilgin ağır basıyordu. En çok anımsanan oyunlarından biri “Kafka”dır yanılmıyorsam. Kafka’da seni bu kadar etkileyen neydi, nedir yahut?

Kafka’nın okurun bilinçdışını harekete geçirdiğini düşünüyorum. Yalın tarzı nedeniyle belli etmez ama rüyaların dilini kullanır. Ama rüyalardan çıkış yoktur. Anlatıcı asla uyanmaz. Her şey rüyanın içinde olur biter. Babamın kütüphanesinde “Ceza Sömürgesi” diye bir kitabı vardı Kafka’nın. O kitabı okuduğumda 1213 yaşlarındaydım. O güne kadar okuduğum her şeyden farklıydı. Hayal gücü olağanüstüydü ama karakterlerin acıları da çok inandırıcıydı. Üniversitede sahneye koyduğum Kafka kolajı sırasında bir yıl boyunca Kafka’nın eserlerini ve üzerine yazılanları okurken ondan neden etkilendiğim sorusuna da yanıt arıyordum. Bugün, ilk verdiğim yanıtın doğru olduğunu düşünüyorum. Kafka’da olaylar bir hayal dünyasında geçse de acılar, sıkıntılar çok gerçektir. Karakterlerin çaresizliği, devlet ve otorite karşısındaki zayıflıkları çarpıcıdır. Kafka, Orta Avrupa’ya kendi hayallerinin, rüyalarının içinden baktı ve güçlü bürokratik devletin nasıl otoriterleştiğini, faşizmin ırkçılıktan nasıl beslendiğini kendi deneyimleriyle hissetti. Kafka’nın başarısı, Avrupa’nın o yıllardaki trajedisini bireyin bilinçdışında resmetmesidir...

‘Yaşadığımız dünya   distopik’

“Kayıp Hasta” bir yanıyla da distopik bir roman. Kafka’nın “Şato”su kadar, Ballard’ın “Gökdelen”ini, Orwell’in “1984”ünü hatırlatan bir yanı var. Bizde çok fazla işlenmemiş bir tür aslında. En azından bu haliyle. 

Yazarken distopya diye başlamadım açıkçası. Sadece kafkaesk bir dünya kurmak istiyordum. Distopya tanımını ilk olarak yayınevinin editörleri kullandı. Düşündüm, haklıydılar. Hiç itiraz etmedim. Sonuçta yakın bir gelecekte geçiyor olaylar. Ve parlak bir gelecek değil bu. O zaman da distopya oluyor zaten. Derin devletin ileri teknolojiyi ve nörolojideki gelişmeleri kullanarak toplumu yönlendirmeye çalıştığı bir hastanedeyiz... Romanda hastaneyi yöneten Sistem adlı yapay zekâ nerdeyse bir karakter gibi. Her şeyi görüyor, kaydediyor, duyuyor. Hastalara tanı koyuyor, tedavi ediyor, onları görünmez bir güç olarak yönlendiriyor. Devlet, ileri teknoloji desteğiyle iktidarını güçlendiriyor. Aslına bakarsan distopyaların içinde yaşadığımız söylenebilir. Sadece Ortadoğu, Asya ve Afrika değil. ABD’de ve Avrupa’da da durumun çok parlak olduğunu söyleyemeyiz. Günümüzde tüm dünyada devletler bireyler karşısında giderek daha da güçleniyor. Devletlerin içinde gizli gündemlere sahip derin devletler oluşuyor. Siyasi iktidarlar devleti ele geçirerek iktidarlarını kalıcı kılmaya çalışıyor ve birey tüm bunların ortasında kendini giderek daha zayıf, çaresiz ve kırılgan hissediyor. Roman iktidarın birey üzerindeki bu kuşatıcılığı üzerine... Hastane derin devletin bir enstrümanı ve orada hukuk yok, bürokrasi var sadece. İnsan hakları, bürokrasinin olanaklarıyla sınırlı. Ali Z’nin ilk andan itibaren hastaneden kaçmak istemesinin nedeni de hastane bürokrasinin çarklarından kurtulmak istemesi aslında.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr