Hanginizi daha önce tanıdım acaba? Sanırım, daha önce karşılaşmışlığımız, hatta ayaküstü sohbet etmişliğimiz olsa bile üçünüzle de arkadaşlığım 1998 yaz sonunda, benim Açık Sayfa Ailesi’ne katılmamla başladı.

Peki, hanginizi daha çok sevdim acaba? Aklımı kurcalayan her hukuki sorunda telefonunu çaldırdığım Akın’ı mı; bana hıyar tohumlarının toprağa kaç santim arayla dikilmesi gerektiğini öğreten, her karşılaşmamızda didişmezsek içimizin rahat etmediği Bülent’i mi; canımı sıkan bir şey olduğunda, kendimi iyi hissetmediğimde kapısına dayandığım, beni “Gel Baybay’ım, önce bir kadeh bir şey vereyim sana” diye karşılayacağını, soru sormadan içimi dökmemi ve yanından rahatlamış olarak ayrılmamı sağlayacağını bildiğim Mıstık’ı mı? Ceren karşılaşma ihtimalinin elinden alındığına isyan ediyordu; düşündüm de, sokakta karşılaşmazdık pek, olsa olsa adliyede karşılaşırdık. Ama ben de Nilgün gibi Kadıköy’e gidemez oldum son zamanlarda, uğramasam bile telefonla arardım Mıstık’ı Kadıköy’den geçerken... 31 Ekim’den sonra neler öğrendim? Yazılarıyla bana teknolojinin o kadar da korkulası bir şey olmadığını gösteren Hakan Kara ile komşu olduğumuzu; habire “Bu ne biçim haber... Türkçesi bozuk” diye başlayan e-posta mesajları gönderdiğim Güray Öz’ün sevgili sınıf arkadaşım Ümit’in eniştesi olduğunu; Turhan Günay’ın Kitap Eki’nde kendisi fiilen başında olmasa bile aynı kalitede çıkabilecek tohumları atmış olduğunu; Kadri Gürsel ve Önder Çelik’le akran oğullarımız olduğunu. Bir de eşlerin ne kadar güçlü Cumhuriyet Kadınları olduklarını. Neleri özlüyorum? Meslektaşları o köşeyi boş bırakmasa da Musa Kart’ın çizgilerini;

Murat Sabuncu’nun, Kadri Gürsel’in yorumlarını; Cumhuriyet’in hukuk bürosunda otururken Ahmet’in hızla içeri girip Tora’ya üzerinde çalışmakta olduğu haberle ilgili heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıp aynı hızla odadan çıkmak üzereyken bizim de orada olduğumuzu fark edip dönüp bir espri yapıvermesini. Ve tabii, Bülent’le didişmeyi, Akın’a “Oğlanlar askere gidecek yakında, ne zaman doğum ziyaretine geliyorsun” diye sataşmayı, “Çok oturmayacağız canım, bir kadeh içip kalkacağız” diye oturulan lokantalarda gece yarısından sonra Mıstık’ın ince ince söylediği şarkıları... İlk günlerde herkes birbirini “Sakın ha geçiyordum uğradım diye gitmeyin, avukat görüşü süresi sınırlı” diye uyardı. “Ben çok özledim/ ben daha çok özledim” sızlanmaları arasında nöbet çizelgeleri oluşturuldu bir süre, birkaç dakikalığına da olsa sarılıp hal hatır sorabilmek için. Ben gittiğim günlerde şanslıydım, nispeten tenha günlerdi, 5’er dakika görebildim hepinizi. Şimdi, başlığında iddianame yazan bir metin de çıktı ortaya, artık daha zor görüşüp konuşmaya zaman yaratmak. Burada hayat devam ediyor; mevsim bahara döndü, davalar açıldı, davalar bitti, bebekler doğdu, keyif alınmasa da pazartesi akşamları Kallavi’ye gidildi, dilekçeler yazıldı...

Çocuklar büyüyor, bir eve iki ergenus, bir genç kız (!) ve bir kedinin fazla geldiğini anlıyorum ama olan oldu bir kere. Bir de, döneceğiniz gün bekleniyor. Tora ve Abbas evlerinin yolunu unutmuş vaziyetteler. Geçenlerde Abbas’ın masasını topladım, pırıl pırıl oldu ama iki gün neyi nereye koyduğumu bulmakla uğraştı garibim. Benden size bir tavsiye, döndüğünüzde bir süre gözlerine görünmeyin, “Hele bir çıksınlar, ben onlara yapacağımı bilirim” diyor da başka şey demiyor ikisi de!

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr