Dev Hollywood yapımı “Truva”daki ‘Bin gemiye yelken açtıran’ Truvalı Helen rolünden Tarantino’nun “Soysuzlar Çetesi”ne sinemada parlak fırsatlar bulsa da ‘Bildik imajımın dışına taşabileceğim, sınırlarımı sonuna kadar zorlayacağım fırsatı Fatih Akın verdi. Bir nevi hayatımın rolü oldu. Zorlayıcı ve istediğini almak için sizi sürekli iteleyen bir yönetmen. Sıradanlıkla ilgilenmiyor. Elbette ben de teslim oldum. Kardeş gibi sevdik birbirimizi” diyor Diana Kruger.

Altın Palmiye için yarışan “In The Fade”de kocası ve küçük oğlunu ırkçı bir bombalama olayında kaybeden Katja Şekerci rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü almasından bir gün önce ünlü Majestic Oteli’nin plajında, yuvarlak masa sohbetinde buluşuyoruz. Tahmin edeceğiniz üzere güzel ve zarif. Siyah gözlüklerini hafifçe kaldırıp, ‘Müsadenizle, ayıp olmazsa çıkarmayayım” diyor, meğerse bir gece önce filmin şerefine verilen partide eğlence uzamış. “Beş yıl önce tam da buradaki bir partide tanışmıştık” diyerek basın toplantısındaki açıklamalarına detay ekliyor: “Fatih’le çalışmayı öylesine çok istiyordum ki, itiraf edeyim iki üç tane ‘shot’ attıktan sonra yanına gidecek cesareti ancak topladım. Bakmayın, çok utangaç bir insanım ve hayatta bir yönetmene giderek rol istemedim. Ama şu an bence Almanya’nın en önemli ve yaratıcı sinemacısı, denemeye değerdi. Beş yıl bekledim ama iyi ki gitmişim.”

Almanya’da sekizi Türk 10 kişiyi öldürmekle suçlanan aşırı sağcı terör örgütü NSU üyelerinin yargılandığı davadan esinlenilmiş senaryosuyla film güçlü başlıyor ve Batı Aleminde son dönem hortlayan neo- Nazizm ve İslamofobi gibi meselelere dikkat çekmesiyle cesur davranıyor. Gelgelelim bir süre sonra derdini gayet bir sıradan anlatıma teslim eden film yavanlaşıyor ve tartışmalı finaliyle meselenin önemine gereksizce ikna etme çabasına giriyor. Finali konuşacaksak, Diana Kurger’in bununla ilgili hiç derdi olmamış: “Herkesin düşüncesi kendine, siz Katja Şekerci’nin yerinde olsanız ne yapardınız, bunu düşünün. Bence hayal etmek dahi acı veriyor. Zaten bu güzel günde, şan ve şöhret ortamında, bu tür acılardan konuşmak, rolümün hakkını nasıl da vermeye çalışmamdan söz açmak dahi absürd ama hiç değilse bu tür filmler farkındalık yaratıyor, bu da insana bir parça iyi geliyor.”

Almanya’nın küçük bir kasabasından Paris’e yola çıktığında henüz 15 yaşındaymış, “Ne istediğimi bilmiyordum ama çok azimli ve iddialıydım. O hiçbir şeyin olmadığı, bir yeniyetme için öldürücü derecede sıkıcı kasabamdan kaçmam ve hayatımın amacını bulmam gerekiyordu” diyor.

Bale yapmış, sanat tarihi okumuş, derken mankenlik ve oyunculuk gelmiş. “Çocukluğumda çevremizde hiç mülteci aile yoktu, Türklerle bir bağlantım, kültürlerini tanıyacak fırsatım olmadı. Sonrasında da zaten hep Almanya dışında yaşadım.

Fatih’in isteğiyle role hazırlanmak için geçici olarak Hamburg’a yerleştim çünkü Türkiye’den gelenlerin kültürünü, gelenek ve göreneklerini gerçekten anlamak için buna ihtiyacım vardı” diyor ve doğal olarak ‘Merhaba’ misali basit gündelik sözcüklerden başka Türkçe öğrenemediğini söylüyor.

İstanbul’u çok seviyor: “İnanılmaz bir enerjisi var kentin. Tarih, kültür ve modern hayatın şahane bir birleşimi.”

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr