Eleştirmenlikten yönetmenliğe geçerek günümüz Fransız sinemasının önemli isimlerinden biri haline gelmiş Olivier Assayas’la evli olup 10 yıl önceki ilk filmi “HerŞey Affedildi”yle çıkış yapmış Mia Hansen-Løve, yazıp yönettiği beşinci filmi “L’Avenir-Gelecek Günler”de 30 yıla yaklaşan evliliğinde bir genç kızla bir delikanlı yetiştirmiş, eski manken, hafiften çatlak, sürekli depresyondaki yaşlı annesiyle (Yarım yüzyıl kadar öncesinin Georges Franju klasiği “Les Yeux sans Visage”dan hâlâ hatırladığım, yılların oyuncusu Edith Scob harika) ilgilenen hayırlı bir evlat ve görünürde mutlu olduğu kocası Heinz’le (Andre Marcon) beraber ama artık 50’li yaşlarına varmış, yazdığı ders kitapları sürekli yeniden basılan ve öğrencilerince sevilen sayılan, saygın ve otoriter bir lise felsefe öğretmeni Nathalie’nin (40 yıl kadar önce “Dantelci Kız” olarak hayatımıza girmiş, yıllara meydan okuyan Isabelle Huppert, her zamanki gibi etkileyici bir güçlü kadın portresi çiziyor yine) umulmadık değişimlere gebe yaşam hikâyesinden kesitler sunuyor.

Mesleği, ailesi-evliliği ve bakıma muhtaç annesi arasında bölünmüş, alışkanlıklarla akıp giden bir yaşam sürdüren Nathalie, yazar Chateaubriand’ın denize nazır mezarına götürdüğü öğrencilerine Frankfurt Okulu’ndan, Adorno, Horkheimer, Günther Anders gibi çağdaş felsefecilerden söz ediyor. Gençliğinde Heinz’le tanıştığında komünist olduğunu kocasından öğrendiğimiz, eski gözde öğrencisi Fabien’in (Roman Kolinka) hâlâ fikir alışverişinde bulunduğu ziyaretlerini düzenli sürdürdüğü, sıkı entelektüel Nathalie, filmin başında hükümetin uygulamalarını protesto etmek için okula girişi engelleyen solcu muhalif öğrencilere karşı çıkıyor. Yıllar yılı Schuman’a, Brahms’a ve klasik müziğe talim ettikten sonra Fabien’in dinlettiği, sıcacık Woody Guthrie şarkılarıyla ufkunu genişleten, annesini huzur evine yatırınca siyah kedisi Pandora’yı da mecburen sahiplenen Nathalie, kızı Chloe’den (Sarah Le Picard) kocası tarafından (bunca yıldan sonra) aldatıldığını öğrenince boşanıp yeni bir yaşam kurmaya doğru yönelecektir...

Artık herkesin kendi yoluna gittiği ve uykucu Pandora’nın da kırsal kesimdeki evinde komün yaşamını yeğleyen Fabien’in yanında kaldığı bir finale çıkan “Gelecek Günler”, akıcı anlatımı ve incelikli mizansenleriyle Mia HansenLøve’a son Berlin festivalinde en iyi yönetmen Gümüş Ayı ödülünü kazandıran, gerçeklik duygusunu yitirmeden gündelik yaşam ayrıntılarıyla yazılmış senaryosu, kameraman Denis Lenoir’ın renkli görüntüleri ve baş roldeki Isabelle Huppert’in başarılı oyunuyla iz bırakan, sinemaseverlere salık verilecek cinsten, görülesi bir Fransız yapımı sonuçta.

Siz daha Berlin’in Altın Ayı Ödüllü ‘Beden ve Ruh’ filmini görmediniz mi?

Âşıklar aynı rüyayı mı görür? 

Geçen hafta gösterime giren, yine son Berlinale’den Altın Ayı, FIBRESCI ve Ekümenik Jüri ödüllerini alarak dönmüş, şairane Macar yapımından söz etmemek olmaz diyerek gidip seyrettiğim “A Teströl es LelekrölBeden ve Ruh”, doğrusu meraklısına ilaç gibi gelen, özgün ve usta işi bir iyi film çıktı. Kameraman Mate Herbai’nin film boyunca leit motif gibi kullanılmış, karlı kayın ormanındaki bir çift geyik görüntüleriyle açılan, Adam Balazs’ın hoş müzikleriyle süren “Beden ve Ruh” kesilmeyi bekleyen ineklerle dolu, kanlı bir mezbahanın, yaşını başını almış dolayısıyla karşı cinsle ilişkilerini de kesmiş finans sorumlusu, çolak ve içine kapanık Endre’yle (Geza Morcsanyi) kalite kontrol sorumlusu olarak işe yeni başlamış, aşktan- sevişmeden bihaber ama belleği çok iyi, cep telefonsuz, takıntılı, soğuk, asosyal sarışın Maria’nın (Alexandra Borbely) sıradışı, masalsı beraberliklerini sevecen tonlarda perdeye taşıyan, şairane bir yaratıcı yönetmen filmi. Çeyrek yüzyıl kadar önce izlediğim Berlin festivalinde, 1989 Cannes’ında Altın Kamera’yı almış ikinci filmi “Benim 20. Yüzyılım”ıyla tanıdığım, 1955 doğumlu Macar kadın yönetmen-senaristi Ildiko Enyedi’nin uzunca bir aradan sonra yeniden kamera başı yaptığı 9. filmi “Beden ve Ruh”, geyik metaforuyla aktarılan ve aynı rüyayı gördüklerini rüya analizi yapan seksi psikoloğa anlatan, Endre-Maria çiftinin giderek birbirlerine tutulmalarını hikâye ediyor 115 dakika süresince. Mizahi dokunuşlarla 2 tarafa da cinsiyetçilik eleştirisi getiren Enyedi, zengin bir görselliğe, psikolojik derinliğe sahip ve büyüleyici gerçekçilikten fantastiğe dek uzanan, keyifle seyredilen, kesinlikle kaçırılmaz bir aşk hikâyesi filmi çekmiş. Aşkın nasıl yaşanacağını, tensel hazlara nasıl erişeceğini zamanla öğrenen, kafadan sakat Maria rolündeki Alexandra Borbely ile fiziksel engelli finans sorumlusu Endre’yi canlandıran Geza Morcsanyi’nin uyumlu beraberliğine de dikkat.

 

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr