50’li yaşlarını ortalamış, klasik filoloji öğretmeni, Yunan mitologyasına düşkün, üzgün ve süzgün, Madridli bir kadın Julieta (Emma Suarez). Balıkçı kocasını (Inma Cuesta) denizde kopan bir fırtınada kaybetmenin acısına bir de 18’ini bitirmiş kızı Antia’nın (Michelle Jenner) bir şey söylemeksizin evi terk etmesi eklenince, kızının hasretiyle üzüntüden karalar bağlamış Julieta’yı ona bir görüşte sevdalanan sanat yazarı Lorenzo’nun (Daniel Grao) yoğun sevgisi-ilgisi hayata döndürmüş. Bir gün tesadüfen sokakta rastlaştığı kızının en yakın çocukluk arkadaşı Beatriz’den Antia’nın İsviçre’deki Como gölünün kıyısında yaşadığını ve 3 çocuk sahibi olduğunu öğrenince Lorenzo’yla birlikte önceden kararlaştırdıkları Portekiz’e bir tatil gezisine çıkmaktan son anda vazgeçip Madrid’de kalıyor Julieta yalnızlığı seçerek.

Aslında yıllardır hiç de tanımadığı, uzak kaldığı hatta yabancılaştığı kızına, filmin hikâyesini oluşturan, göndermediği samimi mektuplar yazmaya koyuluyor ve biz de 25 yaşındaki ‘sarışın fıstık’ Julieta’nın (Adriana Ugarte) bir gece treninde karşısına oturan kederli bir adamın intiharıyla nasıl sarsıldığını, tren restoranında tanıştıktan sonra kompartımanda ihtirasla seviştiği yakışıklı balıkçıyla başlayan tutkulu beraberliğinin nasıl sürdüğünü seyrediyor, Julieta’nın keder, hüzün ve gamdan geçilmeyen, buruk, dramatik hayat hikâyesini izliyoruz iki saat süresince.

Cinsellik, uyuşturucu ve seks

Çağdaş İspanya sinemasının “l’enfant terrible”likten (haşarı çocuk) zaman içinde “yıldız yönetmen”liğe evrilen aykırı ismi Pedro Almodovar 40 yılı aşkın kariyerinde dramdan komediye koşturup çeşitli türleri harmanlayarak, tüm yasaklamalara, engellemelere, yaygın erkek egemen anlayışa karşı çıkarak yıllardır yazıp yönettiği, mizahı, alaycılığı, yergiyi de es geçmeyen, aşırılıkta uçlardan uçlara savrulan, özgürlükçü ve kışkırtıcı filmleriyle kendine özgü, melez ve kişisel bir tarz oluşturageldi sinemada bilindiği gibi.

Don Kişot’un memleketi La Mancha’nın bir köyünde 1949’da doğup 17’sinde kapağı attığı Madrid’de yeraltı mizah dergilerinde yaza çize, rock gruplarında müzik yapa yapa, sahne tozunu yuttuğu tiyatro topluluklarında bizzat oyunculukla, sahneye koyuculukla uğraşarak (hatta bir pornografik fotoroman da yaparak) sürekli kendini geliştirdikten sonra 8 mm’lik kamerasıyla kısa filmler çekerek başladığı sinemada karar kıldı hazret sonunda. 1975’de Franco’nun ölümüyle 40 yıllık karanlık, baskı dönemini geride bırakıp özgürleşen İspanya’da gay, nemfoman, punk, pedofil ya da travesti kahramanlarının grotesk karakterlere dönüştüğü, kitsch estetiğinin dalağını yararken kadınlara da duyarlıkla yaklaşan, sıradışı hikâyelere ve mizansenlere sahip, sarsıcı filmleriyle ses getiren, dramla komediyi iç içe geçirirken aralara sürrealist şiirsellikler de katan, şenlikli-şamatalı Almodovar sinemasının geçerli formülünü genelde sınır tanımaz cinsellik, uyuşturucu ve seks üçgeni oluşturur malum.

Zaten iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu çoktan kanıtlamış ve tabuları yıkıp uluslararası çapta gerçek bir “auteur” sıfatını da hak etmiş Almodovar’ın Kanadalı, Nobel’li yazar Alice Munro’nun üç hikayesinden uyarladığı son filmi “Julieta”, yönetmenin yaşlandıkça olgunlaştığını kanıtlıyor, seyirciye de yoğun duygusal anlar yaşatıyor.

Nefis kadrajlar

Julieta’nın balıkçı kocasının penisi ortadan kesik oturan adam heykelleri yapan sanatçı arkadaşı ya da öğretmenlikten emekli olunca taşrada çiftçilik yapmayı seçip yaşlı, yatalak karısına bakan genç kadınla da mercimeği fırına veren babası gibi etkileyici yan karakterlere sahip filmde, kendine yeni bir hayat kuran kızı Antia’nın aniden çekip gidişinin Julieta’ya yaşattığı büyük acı ve kederi, daha dokuz yaşındayken derede boğulan büyük oğlunun ölümüyle genç anne Antia’nın da yaşadığını vurguluyor Almodovar sanki eden bulur misali.

1988 yapımı “Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar”dan hatırlanacak, üstadın gözde oyuncularından Rossy De Palma’nın geleneksel aile değerlerine bağlı, taşralı muhafazakâr hizmetkar rolündeki performansıyla iz bıraktığı “Julieta” kısacası son dönemdeki başarılı Almodovar filmlerinden biri, sıcak müzikleri (Alberto Iglesias), nefis kadrajları (Fransız kameraman Jean Claude Larrieu) ve Julieta’nın değişik yaşlarını başarıyla canlandıran Emma Suarez- Adriana Ugarte ikilisiyle.

HAFTANIN ÖTEKİ FİLMLERİ

Kasabanın herkesi imrendiren zengin bir meyve bahçesine sahip, evlilik yaşına gelmiş üç güzel kız babası, sert mizaçlı belediye reisi Aziz Bey’le ailesinin 1970’lerin sonunda Hakkari’de başlayıp 1970’lerin Antalyası’na uzanan hikâyesini anlatan “Ekşi Elmalar”ı başrolünü de üstlenen Yılmaz Erdoğan yazıp yönetmiş. Oyuncu kadrosunda Songül Öden, Zeynep Farah Abdullah, Şükrü Özyıldız da var. 

ABD hazine bakanlığının gizli suç örgütlerine çalışan çok zeki bir muhasebecinin (Ben Affleck) peşine düştüğü “The Accountant- Hesaplaşma”, yönetmen Gavin O’Connor imzalı, J.K.Simmons’la Anna Kendrick’in de rol aldığı, sürükleyici bir gerilim- heyecan serüveni. 

İslam peygamberinin hayatı üstüne çekilmiş, Mecit Mecidi’nin yönettiği, 50 milyon dolarlık bütçeye sahip en pahalı İran filmi olan “Hz. Muhammed: Allahın Elçisi” ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın da onayıyla’ bu cuma gösterime giriyor.

Kaynak: Cumhuriyet.com.tr