NURCAN GÖKDEMİR
[email protected]

12 Eylül zulmünün simgelerinden 1402’likler arasında yer alan Prof.Dr. Yakup Kepenek, tanıklıkları ışığında bugünü yorumladı. Kepenek, 1980’de düşünce ve ifade özgürlüğünü yok ederek bilimi kurutan sürecin ülkeyi bugüne taşıdığını düşünüyor ve “AKP’nin hukuk devletini ve laikliği de içeren gerçek özgürlüğü içselleştirmesi, dünya görüşünün bir sonucu olarak, söz konusu olamaz. AKP’nin asıl yıkıcı savaşı bilimsel bilgiyledir; diğerleri ayrıntı ya da teferruattır” diyor.

12 Eylül döneminde 1402 sayılı yasa ile işlerinden uzaklaştırılan 5 bin dolayındaki kamu görevlisi arasındaki akademisyenlerdendiniz. Bugün Türkiye 15 Temmuz bahanesi ile o günleri çağrıştıracak olaylara sahne oluyor. O güne baktığınızda bugüne ilişkin neler söylemek istersiniz? Türkiye sürekli bir kısır döngüyü daha da ağırlaşmış şekliyle mi yaşıyor?

12 Eylül 1980 bu ülkenin özgürlükler tarihinin en karanlık günlerinden biridir. O faşist rejim altında onlarca insan yalnızca düşünceleri nedeniyle idam edilmiş; öldürülmüş binlercesi işkenceden geçirilmiş ve yine binlercesi de kamu yönetimindeki görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Dahası, 1980, başta DİSK olmak üzere emekçi örgütlerini ve siyasi partileri kapatmış, örgütleri yok etmiştir.

Aradan şunca yıl geçmiş olmasına karşın, bugün 12 Eylül 2016, 1980’i çağrıştıran uygulamalar yaşanması, aslında hiç de rastlantı değildir.

Yakından incelenirse görülür ki, bugün gelinen nokta, Soğuk Savaş yıllarının komünizm karşıtlığı gerekçesiyle Siyasal İslam’ı güçlendiren gelişmelerin doğrudan sonucudur. Soğuk Savaşla birlikte eğitimin dinselleşmesi yönünde önemli adımlar atıldı. Soğuk Savaşın 1968’ de yoğunlaşmasından sonra, bu ülkede solcular öldürülür, sol örgüt ve partiler kapatılırken, İslamcılık, ABD ve yer yer devlet desteğini de yanına alarak güçlendi. 1982 Anayasası “Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır (m.24)” diyerek İslamlaşma sürecini daha da güçlendirecek temelleri attı; tarikatlar ve cemaatler çok güçlendi; ülke içindeki bu gelişmeler, Uğur Mumcu’nun ayrıntılarıyla anlattığı gibi Rabitat ül Alem ül İslam ya da Suudi sermayesiyle tamamlandı (Cumhuriyet, 2 Ekim 1984).

“Hedef solculardı”

12 Eylül 1980’in, ülkenin gelişmesi açısından diğer yıkıcı uygulaması üniversitelerle ilgiliydi. 1402’likler vakasının amacı size göre neydi? Bugün yaşananlar için ne söylenebilir?

1980 sonrasında üniversiteler YÖK cenderesine alındı. Önce çok sayıda üniversite öğretim üyesi işlerinden çıkarıldı. 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası yalnızca akademik unvanı profesör ve doçent olanlara uygulandı. Bu yöntemle uzaklaştırılanların sayısı 80’den azdır; asıl kitlesel işten çıkarmalar, doktorasını tamamlamış olanlar dahil, öğretim ve araştırma asistanlarına, öğretim görevlilerine ve okutmanlara uygulandı; yüzlerce bilim insanı ve adayı üniversitelerden uzaklaştırıldı. Burada sayıdan çok nitelik önemlidir; üniversite üzerindeki faşizan baskıyı kınayan çok sayıda öğretim üyesi istifa etti; üniversite, bilimsel üretim yönünden çok çok güç yitirdi. Oysa üniversite bilimsel üretimiyle vardır.

Bu büyük tasfiye hareketinin herkesin bildiği, ancak hiçbir zaman açıkça söylenmeyen amacı, üniversitelerden solcuları uzaklaştırmaktı.

1980’lerde yaşanan büyük üniversite tasfiyesinin iki kalıcı sonucu oldu. Birincisi, bilimsel üretim sayı ve kalite olarak çok geriledi. Bilimsel araştırma ve öğretimin olmazsa olmaz ön koşulu düşünce ve ifade özgürlüğüdür. 12 Eylül 1980 düşünce ve ifade özgürlüğünü yok etti; böylelikle bilimsel üretimin suyunu kesti; bilimi kuruttu.

İkincisi, YÖK’ün de büyük katkısıyla, siyasal İslamcı bilim insanı yetiştirme süreci hız kazandı. En doğrusu bu süreci bir alıntıyla açıklamak:

1970 yılların sonlarına doğru Sakarya Üniversitesi’nde İktisat Akademisi kurulmuştu. Fakültelere asistan almak çok zordu akademilere daha kolaydı, ben kendi üniversitemin yanı sıra burada da ders veriyordum. Buraya 24 kişiyi asistan olarak aldım ve kendime göre bir fidanlık oluşturmuştum. Asistanlar arasında Cumhurbaşkanı Gül …gibi birçok siyasetçi ve bilim adamı bulunuyordu… Ne yaptın hocam diyenlere ‘ben bir fidanlık oluşturdum, bu fidanlar yarın büyüyüp meyve vermeye başlayacak’ yanıtını vermiştim (Sabahattin Zaim, Zaman, 9 Aralık 2007)

Oluşturduğu fidanlık beklediğinden de önce ve fazla meyve veren ve o meyveler tarafından bir üniversiteye adı verilen Zaim, 1960’larda şimdiki Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın Kanlı Pazar sırasında Başkanı olduğu Milli Türk Talebe Birliğinin Sosyal İşler Başkanlığını yürütmüş, 1988-2000 yıllarında da YÖK üyeliği yapmıştır.

Daha yakından bakılınca görülüyor ki YÖK’ün sözüm ona öğretim üyesi yetiştirme çalışmaları, siyasal İslamcıların akademik unvan sahibi olmalarını sağlayan bir fabrika gibi çalıştı. YÖK akademik yükselme için yurt dışı yayın zorunluluğu getirdi; ilke olarak doğru olan bu yaklaşım kötüye kullanıldı. Yurtdışında çıkan çok sıradan dergilerde, bazen özel dergi çıkarılarak, çok yüklü paralar karşılığında hiçbir bilimsel değeri olmayan makaleler yayınlandı.

Sonuçta Türkiye üniversiteleri siyasal İslam ideolojine bağlı, ancak bilimselliği sorunlu kişilerce dolduruldu.

1402’liklerle Türkiye’nin eğitim alanındaki gelişmesi büyük bir kesintiye uğradı. Bugün için de bir yazınızdaki ‘’Bilimsel çalışma ortamı bir kez daha tümüyle yok edilerek ülkenin bilimsel üretimi çökertiliyor; geleceği iyice karartılıyor; bunun ülkeye şimdi ve gelecekte vereceği zarar ölçülemeyecek denli büyüktür’’ değerlendirmenizi somutlar mısınız?

Sorunuzun bilimsel çalışma ortamı ile kısmını açıklamadan önce, 1980 ile bugün arasındaki büyük farka değinilmelidir.

1980 sonrasında hukuksuzluğa uğrayanların gidebilecekleri bir hakim vardı; kamudaki görevlerinden hiçbir gerekçe gösterilmeden, sorgusuz sualsiz uzaklaştıranlar, Danıştay’a gidiyor ve yargı kararıyla işlerine dönüyorlardı.

Burada bir anımı kısaca anlatmalıyım. ODTÜ’den 28 Şubat 1983’te İhsan Doğramacı imzalı, Sıkıyönetim Komutanlığından geldiği belirtilen bir yazıyla görevime son verildiğinde bölümde çalışan öğretim üyeleri içinde tek profesördüm; üniversitenin yayınladığı kitaplarımdan biri, Türkiye Ekonomisi ders kitabıydı. Yöneticiler görevden uzaklaştırılmam ile ilgili yazıyı bana gösterdiler; çok üzülmüşlerdi. Ben de üzülmeyin görevinizi yapıyorsunuz, nasıl olsa ben burada döneceğim dedim. Çünkü güvenebileceğim bir hukuk süreci hala vardı. Diğer arkadaşlarımla Danıştay’a başvurdum; yedi yıl sonra da olsa, görevime döndüm.

AKP’nin 12 Eylül’ü

Bugüne gelişte bir başka 12 Eylül’ün, AKP’nin 12 Eylül 2010’un ayrı bir yeri ve önemi vardır.

AKP’nin 12 Eylül’ü ile sonuçta, Cumhurbaşkanı’nın iki gün önce, at izi it izine karıştı dediği karanlık bir hukuk ortamı oluştu.

Oysa öykü, özgürlük türküleri söylenerek çok coşkulu başlamıştı. AKP, anayasa ile ilgili halkoylamasında evet sonucu alınması için varını-yoğunu ortaya koyuyor ve iki koldan da destekleniyordu.

Birinci kol, bugünlerde, devletin tüm olanaklarını seferber ederek, çok büyük çabalarla ABD’den Türkiye’ye gönderilmesini istediği F. Gülen ve çevresiydi. 1970’lerden başlayarak Türkiye’nin eğitimli kesiminden edindiği taraftarlarıyla güçlenen ve AKP’nin yenilikçi görünerek iktidara gelmesinde büyük katkılar yapan Gülen ve çevresi halk oylamasından önce “evet” demeleri için gerekirse “mezarlıktan adam getirin” anlamında kutsal çağrılar çıkarıyordu.

12 Eylül 2010’a ikinci destek çok daha ilginç bir kesimden, bu ülkenin bilinçsiz diyebileceğimiz eğitimlilerinden geliyordu. AKP iktidarının sekiz yılı boyunca, 2002-2010 arası, bu ülkeye Siyasal İslam’ı yerleştirmek için nasıl uğraş verdiğini görmek istemeyen kimi özgürlükçüler, “yetmez ama evet” diye yeri göğü inletiyor; halkoylamasında “evet” denmesi için çabalıyordu.

Sonuçta 12 Eylül 2010 halk oylamasıyla Türkiye’nin adaleti, hukukun evrensel kurallarına göre işleyen bir adalet olmaktan tamamıyla çıktı; AKP iktidarına teslim edildi; adalet, iktidarın oyuncağı oldu.

AKP iktidarı, 2010’dan sonra Danıştay’ın yetkilerini iyice budadı. Bugün kamudan kovulanlara bütün hukuk yolları tamamlandıktan sonra gerçi Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru olanağı tanınıyor; ancak, o çok uzun ve güçlüklerle dolu yol da şimdilerde olduğu gibi OHAL ile kapanınca, insanlar hukuksuzluğun acımasız ve korkutucu yalnızlığını iliklerine dek yaşıyor.

Bugün “Ankara’da hakimler var”denilebilecek bir hukuk güvencesi ya da koruması söz konusu değildir. Asıl korkutucu olan da budur.

12 Eylül Askeri Darbesi ve 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğinin yıldönümünde ülkeyi, özellikle de üniversiteleri 15 Temmuz kırılmasına taşıyan gelişmeler hakkında neler söylemek istersiniz?

AKP’nin sorunu, gerçekte, bilimsel bilgiyledir. AKP, iktidara gelir gelmez, 2003’te TÜBİTAK’ın yönetimine, hiçbir gerekçe gösterme gereği bile duymadan, resmen el koydu; sonra TÜBİTAK ile TÜBA’yı da kendine göre biçimlendirdi. Ayrıca AKP hükümetinin MTA’daki tabiat tarihi müzesinde bulunan insanın evrimi tablosuyla yıllarca nasıl uğraştığı; TÜBİTAK’ın kendi Bilim ve Teknik dergisinde evrim teorisi ve Darwin konusundaki bir yazıyı 2009’da nasıl sansür ettiği biliniyor.

AKP ideolojisi, bilimsel bilginin yol göstericiliğini asla kabul etmez; niteliği gereği edemez. AKP’nin Cumhuriyet ile uyuşmazlığının temelinde diğer önemli etkenler kadar bu olgunun, yani, bilimsel bilgiye bakışın da belirleyici olduğunu düşünüyorum.

Sizin sözlerinizle “Asıl yıkıcı savaş’’ın bundan sonraki hedefi kim?

AKP’nin hedefi çok açık; Siyasal İslam geçmişte komünizm düşmanlığı yaparak gelişti; bugün ise, komünizm artık yok; eski ya da geleneksel düşman, yani bilimsel bilginin yol göstericiliğini benimseyenler, AKP’nin ana hedefidir. Oysa bilimsel bilginin yol göstericiliği olmadan bilim olmaz. Bilimsel çalışma olmayınca ekonomik ve toplumsal gelişme de olmuyor.

*****

‘Dertleri bilimle’

Ünlü Katolik Fransız bilim insanı L. Pasteur, öğrencilerine, “İncil’i laboratuvara girmeden, dışarda bırakın”sözleriyle de ünlüdür. Yinelemekte yarar var. Bilimsel çalışmanın olmazsa olmaz önkoşulu mutlak anlamda düşünce ve ifade özgürlüğüdür. AKP’nin hukuk devletini ve laikliği de içeren gerçek özgürlüğü içselleştirmesi, dünya görüşünün bir sonucu olarak, söz konusu olamaz. AKP’nin asıl yıkıcı savaşı bilimsel bilgiyledir; diğerleri ayrıntı ya da teferruattır!

*****

“1402’lik olmak” nedir?

1402’lik kavramı, 1971 yılında çıkarılan 1402 sayılı yasanın ikinci maddesinin 12 Eylül Darbesi’nden sonra 1983 yılında sıkıyönetim komutanlığınca değiştirilerek akademik personelden devlet memuruna kadar kamuda çalışan birçok kişinin görevine son verilmesi olayıyla birlikte hayatımıza girdi. Ayrıca kavram, işten çıkarılanları nitelemek için de kullanılır. Söz konusu maddede şu ifadeler yer alıyordu: Sıkıyönetim komutanlarının bölgelerinde genel güvenlik, asayiş veya kamu düzeni açısından çalışmaları sakıncalı görülen veya hizmetleri yararlı olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son verilmesi, yerel yönetimde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya işlerine son verilmesi hakkındaki istemleri ilgili kurum ve organlarca derhal yerine getirilir.

Kaynak: Birgun.net