Olağanüstü hal denilen şeyin ‘olağandan’ farkı yalnızca temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması değildir. Olağanüstü hâli ilan eden bu uygulamanın genişliğine, sertliğine ve ne kadar sürmesi gerektiğine karar verecek tek güç konumuna getirir kendini. Anayasal dayanağı olan bir uygulamayı anayasal güvenceleri yerle bir edercesine suiistimal etmek ve buradan iktidar devşirmek ise ancak tehdidin geçmediğine kitleleri ve siyasi aktörleri inandırmakla mümkündür. Düşman koalisyonundan bahsetmek ve ‘dışarıda’ cephe açmak gerekir.

20 Temmuzda ilan edilen OHAL’in uzatılacağına dair sinyaller var. Hükümetin sık sık Fransa’daki uzatmayı emsal göstermesi boşuna değil. “Savaşta” olduğunu söyleyen Fransa’da OHAL’e dayanarak binlerce evin keyfi bir biçimde polisler tarafından basıldığını ve buralarda yaşayanların çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğunu söyleyen yok tabi. Fransa’da birçok hak savunucusu OHAL’in gerçek bir güvenlik politikası değil Müslümanlara yönelik ayrımcılığı ve öfkeyi besleyen bir çeşit halkla ilişkiler kampanyası olduğunu düşünüyor.

Türkiye’deki OHAL ise çok belli bir yeni rejim inşasının “halkla ilişkiler kampanyası”. Bir yanıyla “demokrasi nöbetlerinde” sokağa çıkan kitleleri müteyakkız kılmaya yönelik bir faaliyet bir yanıyla da muhbirler ve ‘tetikçiler’ eşliğinde yönetilen bir tasfiye operasyonu. Tehdit algısını canlı tutmanın pratik sonucu OHAL’e rağmen mevcut iktidar için sokağa çıktığında takdir göreceğini bilen kitlelerin hazırda beklemesidir. Geçen hafta Konya’da elektrik kesintisi sonrasında (hem de ikinci defa) “darbe mi oldu” diye meydana toplananları sokağa çağıran bir toplumsal ruh hali mevcut. O zemin, bugün “demokrasi savunusu” için yarın hedef gösterilenlere gözdağı vermek için yönlendirilmeye müsaittir.

15 Temmuz sonrası gelinen aşamada hâkim sınıflar arasındaki güç paylaşımının sürdürülmesi iktidar unsurları arasında yeni denge koşullarının oluşmasına bağlı. AKP içinde büyük bir tasfiye operasyonu bu ‘denge’ beklentisini boşa düşüreceğinden şimdilik ‘temkinli’ adımlar atılıyor. Cemaat bağlantısı açık olan bazı milletvekili ve belediye başkanlarının yerine kamuoyunda muhalif kimliğiyle bilinen isimlere operasyon yapılması bilinçli bir tercih. Böylece ilk kategori perde arkasında ama ‘denetim altında’ tutuluyor. Ötesinde AKP’nin Cemaat’e yönelik kamudaki operasyonlarda kısmi bir ‘doygunluk’ aşamasına yaklaştığını ileri sürebiliriz. Özellikle sağ cenahta yer alan partiye mesafeli isimlerin de son dönemeçte tasfiye edilmesi bizatihi iktidarın o çevredeki meşruiyetini de sarsacağından başka bir hedefe kilitlenmek belli ki daha stratejik görüldü.

Bunun göstergesi büyük bir çoğunluğunu Eğitim Sen’lilerin oluşturduğu binlerce öğretmenin MEB kararıyla açığa alınması. Bu doğrudan yeni bir ‘faza’ geçildiğinin ilânıdır. Efkan Ala yerine gelen Soylu’nun bu ‘aşamada’ kendini kanıtlamak adına selefinden çok daha ‘atak’ olacağı da belli. Barışı, eşit ve parasız eğitimi talep eden öğretmenlerin açığa alınma şekli, cemaat tasfiyesi laboratuarındaki deneyin aynen tatbik edileceğine işaret. 29 Aralık grevinde iki günlük greve katılan öğretmenlerin özellikle listede olması ve bir kısmı cezasızlıkla kapanan soruşturmaların dayanak yapılması ‘fişleme’ mekaniğinin tüm muhaliflere ne şekilde geri döneceğini kanıtlıyor. Zaten Başbakan öğretmenlerin başlangıç olduğunu kamuda tasfiyelerin süreceğini açıkça söyledi. Örgüt üyesi olmasa da örgütün amaçlarına yönelik faaliyette bulunmak gibi ucu bucağı belli olmayan bir tanıma dayanılarak yapılan operasyonların hukuki bir yanı yok. Dolayısıyla ‘hukuk’ ile karşılık vermek de bir o kadar zor.

Şimdi oturmuş herkes sıranın ne zaman kendisine geleceğini bekliyor. Böyle dönemlerde sırayı savmak ya da sonu geciktirmek yaşamsal bir dürtüye dönüşür. Bu da birlikte hareket etme ve direnme kapasitesini olumsuz etkiler. Demokratik kitle örgütleri, “milli mutabakat”tan demokrasi çıkmayacağını gören CHP’liler ve tüm sol kesimler öncelikle OHAL’in bitirilmesi ve KHK’lerin iptali için güçlü bir cephe kurmalı. Merkezi Kürt siyasetini buna eklemek bugünlerde çok da mümkün değil. Memlekette Kürt siyasi aktörler dahil tüm muhalifler varlık-yokluk mücadelesi verirken en kapsamlı eylemi ‘Öcalan’ın sağlığı’ için örgütleyen bir parti 7 Haziran’a onu götüren ana dinamiği zaten çoktan kaybetmiştir. “Milli irade” dedikleri hakların, sözlerin, iş güvencesinin gaspına dönüşürken bir çıkış aranıyorsa işe Ford Otosan işçilerinin Kocaeli’de ihraç edilen demokrat akademisyenlere verdiği desteği anlamakla başlanmalıdır.

Kaynak: Birgun.net