Theodoros Karyotis
Çeviri: Fatih Kıyman​


Selanik’te işgal edilerek oluşturulmuş üç sığınmacı barınağının yıkılışı Yunan hükümetinin tabanda gerçekleşen dayanışma girişimlerine karşı tavrında bir dönüm noktasına işaret ediyor.

Selanik’teki üç ‘işgal edilmiş’ göçmen barınağında yaşayan sığınmacı aileleri ve destekçileri 27 Temmuz sabahı çevik kuvvet tarafından uyandırıldı ve yüzlerce insan gözaltına altındı. Sığınmacı statüsü olanlar serbest bırakıldı, kimi askeriye yönetimindeki sığınmacı kabul merkezlerine götürüldü. Geriye kalan bir düzine farklı ulustan 74 kişi ise tutuklandı.

Orfanatrofeio isimli barınak boşaltıldıktan hemen sonra iş makineleri binayı yıktı. Enkaz altında sıradan vatandaşların organize ettiği dayanışmayla toplanan tonlarca kıyafet, yiyecek ve ilaç vardı.

Ertesi gün öğleden sonra, üç barınaktan 74 kişi elleri kelepçeli bir biçimde ağır silahlı polisler tarafından Selanik mahkemesine sevk edildi. İçeri girdikleri sırada yakıcı Yunan yazına rağmen yüzlerce destekçi tarafından karşılandılar, alkışlandılar. Barınak sakinlerinden dokuzu kamu mülkünü inşa etmekten dörder ay ceza aldı, hükmün açıklanması geri bırakıldı. 65 barınak sakininin duruşmaları ise yeterli tercüman olmadığı için ertelendi; tutukluların tümü geçici olarak serbest bırakıldı.

Dayanışma hareketlerinin saldırıya yanıtı gecikmedi; iktidardaki Syriza partisinin Selanik ve diğer şehirlerde merkez büroları işgal edildi. Ülkenin dört bir yanında yürüyüşler ve gösteriler düzenlendi; yerel bir üniversitenin tiyatro okulu işgal edilerek direniş merkezine dönüştürüldü, işgalci barınaklarından sığınmacı kamplarına nakledilen sığınmacılar kurtarıldı ve tekrar güvenli yerlere götürüldü. Davaları üç ayrı mahkemece görülen aktivistleri savunmak için bir araya gelen büyük gönüllü avukat ekibini de unutmamak gerek.

Her şeye rağmen insanlık

Yunanistan 2015 yazından itibaren Asya ve Afrika’da savaş ve yoksulluktan kaçıp Avrupa’ya ulaşmaya çalışan insanların temel geçiş rotası haline geldi. Sınırı geçen sığınmacılar, beş yıldır tasarruf politikalarının şokuyla mücadele eden, kısa zamanda sosyal, siyasi ve işçi haklarının eriyişini tecrübe eden Yunan halkıyla karşılaştı.

Ülkedeki güçlüklere rağmen sığınmacılar sorunu yabancı düşmanı dürtülerle değil, samimiyet dolu bir empati ve dayanışmayla karşılandı. Daha birkaç sene önce göçmenlere yönelik şiddet olaylarını organize eden ve kolluk kuvvetleriyle çatışan aşırı sağın tavrı marjinalize edildi ve Yunan toplumunun geneli, sığınmacılara karşı müthiş bir dayanışma tavrı takındı.

Yerel ve uluslararası zeminde organize edilen dayanışmalar, göçmenlerin yoğun olduğu Eidomeni bölgesinde ve diğer bölgelerde bağımsız insanı yardım yapıları oluşturdu – bunlar, devletten ve resmi STK’lerdan bağımsız olarak gerçekleştirildi. Vio.Me isimli fabrika işgal edildi, özyönetim oluşturuldu ve Yunanistan ve Avrupa’nın dört bir yanından toplanan kıyafet, hijyen ürünleri ve bebek maması gibi ürünler buradan dağıtıldı.

İnsani yardım

Kendi kendini yöneten ve finanse eden bu yapıların, sayıları 57 bini bulan, şimdilik Yunanistan’da tıkanıp kalan sığınmacıların hayatında nicelik açısından önemli bir fark yarattığı aşikâr. Fakat nitelik açısından bakıldığında yardım faaliyetlerini domine eden devletin ve STK’lerdan farklı oldukları anlaşılıyor.


Yunan hükümeti tabii ki bu akıl almaz insani kriz, şişme botlarla Türkiye’den Yunanistan’a geçmeye çalışan insanlar için kaynak ayırdı. Geçen yıllar içinde Yunan sahil güvenliğin yakaladığı göçmenleri derhal sınır dışı ettiğini hatırlayacak olursak, bu büyük bir gelişme niteliğinde.
Yine de Yunan devleti için sığınmacıların kötü durumuyla ilgilenmek tamamen kamu düzeniyle ilgili bir konu, dolayısıyla kolluk kuvvetlerini ilgilendiriyor. Sığınmacılar ile ilgilenmek ve temel ihtiyaçlarını gidermek ise bölgede faaliyet yürüten yüzlerce STK’nin işi – bir çoğu köklü kurumlar, birkaçı ise bir gecede kurulmuş küçük girişimler. Bu kurumlar, insani yardım için Avrupa’dan bu bölgeye akan kaynaklardan yararlanıyorlar.

Dayanışmanın kriminalize edilişi

Zeminde organize edilen dayanışma hareketlerinin “Avrupa Entegrasyonu” projesiyle tezat teşkil ettiği su götürmez. Entegrasyon projesine göre ülke nüfusları arasında sıkı bir “iş dağılımı” öngörülüyor, sınırlar serbestçe gezinen sermaye ve ticari ürünler tarafından aşılıyor – göçmenler ise bunun dışına itiliyor, bu insanlar yalnızca hiçbir hakka sahip olmayan, resmi ekonominin kıyısında yer alan “iş gücü” orduları olarak görülüyor.
Yunanistan’daki sığınmacı krizinde bu çelişkiyi, kitle medyasında tabanda organize edilen dayanışmalara karşı müthiş bir karalama kampanyası formunda izledik. Bu medya organları, sığınmacıların binlercesinin bir yere tıkılıp insanlık dışı koşullarda yaşadığı koşullar ve arz ettikleri tehlike için faturayı dayanışma örgütlerine kesiyordu; halbuki bu koşullar Avrupa göçmen yasalarının doğrudan bir sonucuydu. Bu saldırılar zamanla Eidomeni’deki sosyal hareketlerin sürecin dışına itilmesi için mazeret olarak kullanıldı ve o kamp parçalandıktan sonra Yunan kasabalarının dışındaki sanayi bölgelerinde “geçici” sığınmacı kampları kuruldu.


Felaket tellallığı ve baskılar Selanik’teki “Sınır Yok” kampında 15 – 24 Temmuz tarihlerinde doruk noktasına ulaştı. O tarihlerde Avrupa’nın dört bir yanından gelen aktivistler Selanik’te buluşmuş, sığınmacılarla birlikte kamplardaki koşullara, ve bu koşulların oluşmasına sebep olan sıkı sınır kontrollerine karşı eylem yapıyordu. İşgal edilen üniversite kampüsünde gerçekleşen Sınır Yok kampının tüm detayları ana akım medya muhabirleri tarafından belgelendi ve eleştirildi. Üniversite yetkilileri son dakikada kampa izin vermeyi reddetti. Dikkatle planlanmış bir korku kampanyası ile 27 Temmuz’un baskınına zemin hazırlandı ve üç sığınmacı kampı boşaltıldı.


Baskı ve “solun değerleri”

Yunanistan’ın son bir yıldır “sürrealist” bir çizgi kazanan siyasi iklimine yaraşan şekilde, Syriza partisi baskınları kınadı ve “solun değerlerine aykırı bir biçimde dayanışma girişimlerini kriminalize etmeye çalışan bir girişim” olarak nitelendirdi. Hükümet yetkilileri, operasyonun bölge savcısı inisiyatifinde yürütüldüğünün anlaşıldığını söyledi.

Dışarıdan bakan biri hükümetin kendi polisini kontrol etmekte zorlandığını düşünebilir – nihayetinde bu mazeret hükümet yanlısı kaynaklar tarafından sıkça dile getiriliyor; Vio.Me fabrikasında gerçekleşen barışçıl gösteri Temmuz başında polis şiddetiyle bastırıldığında da aynı şey söylenmişti. Fakat meseleye daha yakından baktığımızda, bu kadar karmaşık, koordine ve maksatlı bir polis operasyonunun, polis biriminin siyasi liderlerinden onay almadan gerçekleşmesi fikri abes görünüyor.

“Sivil Koruma” Bakanı Yardımcısı’nın operasyon günü verdiği röportajda kullandığı ifadelere bakacak olursak meselenin aslını anlayabiliyoruz. Bu manidar metne baktığımızda Çarşamba günü gerçekleşen baskının hükümet politikasıyla uyumlu olduğunu anlamakla kalmıyor, hükümetin “sosyal değişim” ve “yenilikçi siyaset” kavramlarından ne anladığını da görebiliyoruz. Operasyonu onayladığını net bir biçimde ifade ettikten sonra söz konusu barınakları “gayri meşru işgaller” olarak niteliyor ve “özgürlük yanılgısı” yarattıklarını söylüyor.

Anlaması güç bir argüman kullanarak sadece birkaç paragraf içerisinde “solun değerlerinden” ve “işçi sınıfının mücadelelerinden” dem vurup, “demokratik hakların savunulmasına” ve “toplumun ihtiyaçlarına” değinerek dayanışma hareketlerine yapılan saldırıyı mazur göstermeye çalışıyor. “Sol demek otonom olmak demek değildir. İşçi haklarının, toplumun, demokratik hakların savunulması demektir. İhtiyacımız olan bir ordu çocuğun otonom girişimi değil, kitlesel bir hareket. Gençleri sol partilere yönlendirmemiz gerek,” diyor. Açıkça ifade etmemiz gerekirse, toplum kendi özgürleşmesini gerçekleştirmemeli; üzerine endişelenilecek pasif bir kitle olmalı ve hayırsever hükümetin müdahalesini beklemeli.

Sol taklitçiliği

Bu laflara karşın hükümetin hareketleri, sağın yıllardır bitiremediği işleri solun bitirdiği diğer bir vaka olarak karşımıza çıkıyor. Nasıl üçüncü tasarruf paketi ancak “kalbinde halkın çıkarlarını taşıyan” bir hükümet ile mümkün olabildiyse (Çipras’ın bu son paketi onaylarken ağlaması meşhur olmuştu), Selanik’te yürütülen dikkatle planlanmış baskıcı operasyon da Bakan Yardımcısının “toplumun ihtiyaçları” ve “işçi sınıfının mücadelesi” kaygıları olmadan gerçekleşemezdi. Solun sosyal özgürleşme vizyonunu zarafetle tepetaklak ederek “işçi sınıfının mücadeleleri” özel mülk kavramını sosyal gereksinimin üzerine koymak için kullanılıyor; “demokratik haklar” sığınmacılar ile dayanışma inşa edenlerin gayri meşru biçimde bastırılmasını mazur görmek için kullanılıyor; “toplumun ihtiyaçları” toplumun geniş sınıflarının mülksüzleştirilmesi için kullanılıyor.
Yunanistan’da neoliberal solun ve neoliberal sağın aynı projenin iki yüzü niteliğinde olduğu açığa çıkmış bulunuyor. Bu proje itaatkar, bölünmüş, bireysel kazanımı azami seviyeye çıkarma düşüncesiyle meşgul, toplumu değiştirme fikrinden feragat etmiş bir nüfus gerektiriyor. Tasarruf politikalarının bitmesini isteyen toplumun iradesinin görmezden gelinişine ve tasarruf-karşıtı bir muhalefetin neoliberal yapılandırmaların destekçisine dönüştürüldüğü 2015’in trajik olaylarının bizi bu noktaya getirmiş olduğu söylenebilir. Sosyal hareketlerin dağıtıldığı, yayın teslimiyetin hakim kılındığı bir dönemdi...

Artık dayanışma Yunanistan’da kriminalize edilmiş ve devletin çıkarlarına aykırı ilan edilmiş durumda. Fakat toplumun bir kısmı hâlâ “dayanışma” kelimesinin içini doldurmaya, baskıcı kurumların elinden, kazançlı sivil toplum kuruluşlarından ve seçim projelerinden kurtarmak niyetinde ve dayanışmayı daya iyi bir yaşam için kolektif arzuların temeline koyma niyetinde; bunu aşağıdan yukarıya inşa edecek, eşitlikçi, katılımcı değerler üzerine kuracak.

Kaynak: ROAR Mag, bit.ly/2b33cr0'den çefiren

Kaynak: Birgun.net