AHMET KASIM HAN - BEHLÜL ÖZKAN

New York Times, 25 Ağustos’ta “Suudiler ve Aşırılık: Hem Kundakçı hem de İtfaiyeciler” başlıklı bir analiz yayınladı. Hemen tüm İslam dünyasında Riyad’ın köktendinci grupları desteklediğini vurgulayan yazı, ABD’nin Suudi Arabistan Krallığı (SAK) ile ittifakının sürdürülebilirliğini sorguluyordu. Bu makalenin ABD’nin önde gelen gazetesinde yayınlanması önemli. Zira ABD’yi canevinden vuran 11 Eylül saldırısını gerçekleştiren 19 El-Kaide üyesinin 15’i Suudi vatandaşı olduğu halde SAK, Amerikalıların eleştiri ve “ceza” listesinde öne çıkmamıştı. Afganistan veya Irak’a ödetilen türde bir ‘bedel’ de ödememişti. Elbette, bunun önde gelen nedeni SAK’ın dünyanın en büyük petrol rezervi üzerinde oturması, ve istikrarsızlaşmasını kimsenin göze alamaması. Bu durum SAK’ı bir cins “dokunursak yanar”ız bağışıklığına sahip kılıyor. İş demokratikleşmeye gelince bu ülke “reformunun” hız ve cinsini seçme lüksü ile komşularından ayrılıyor. Dahası, kadınların araba sürmesinin bile yasak olduğu rejimini korumak adına diğer bölge ülkelerine, çoğu zaman kaotik sonuçlar veren, açık ve gizli müdahalelerde bulunabiliyor.

Vehhabi yayılmacılığı

SAK’ın artan etkisi sadece İslam dünyasıyla sınırlı değil. 1964’ten bu yana ABD ve Avrupa’da yaşayan Müslüman topluluklar da Riyad’ın radarında. Kral Faysal’ın 1964’te tahta çıkışı bu bakımdan bir milat. Bu tarihten itibaren Suudiler, Müslümanların çoğunluğu oluşturmadığı ülkelerde, 1359 camii, 210 İslam merkezi, 202 kolej ve 2000 okul kurdu. Buna Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde Suudi etkisindeki binlerce dini kurumu da ekleyince tablo netleşiyor. Bu kurumlar üzerinden örgütlenen Vehhabilik, başta Şiilik olmak üzere, farklı mezhep ve dinleri düşman olarak gören anlayışı geniş kitlelere ulaştırmayı hedefliyor.

Batı için Suudi İttifakının faturası

Öyle görünüyor ki Batı dünyası da bundan rahatsız ve denge arayışında. İran Dışişleri Bakanı Zarifi’nin, Batı’ya Suudilere karşı aleni biçimde işbirliği öneren, “Hep Beraber Dünyayı Vehhabilikten Kurtarmalıyız” başlıklı yazısının da yakın zamanda New York Times gazetesinde yayınlanması bunun işareti. Dahası 2015 sonunda Alman İstihbarat Örgütü BND de, oldukça sıra dışı bir uygulamayla, SAK’ın Arap dünyasında “istikrarsızlaştırıcı” rolüne dair uyarılarda bulunduğu bir analizi Alman medyasına sızdırmıştı. Tüm bunlar bir dönüşümün işaretleri.

Esasen, BND raporu Suudi Kralının 31 yaşındaki oğlu, ve savunma bakanı olan Muhammed bin Salman’a dikkat çekiyor, o’nu Riyad’ın askeri müdahaleler ve siyasal ittifaklarla Ortadoğu’da etkisini artırdığı iddialı stratejinin mimarı olarak niteliyordu. Söz konusu strateji çerçevesinde Suudiler; Yemen, Irak, Suriye ve Bahreyn’e askeri yollardan müdahale ederken, Mısır ve Lübnan’da siyasi ittifaklarla etkilerini artırarak Ortadoğu’nun liderliğine oynamaktalar. Türkiye’nin bu stratejideki konumu da SAK için oldukça önemli. Bugünkü manzara o ki, 1980’lerde Afganistan’da ABD ile birlikte hareket eden Riyad, son dönemde daha bağımsız bir dış politika takip etmekte ısrarlı.

Krallığın fay hatları

Ülke içi standartlara göre reformist bir liberal olarak nitelenebilecek Prens Muhammed’in şahin politikası, Suudi stratejik kültürü ile tutarlı. Ülkenin kabaca dört demografik/siyasal fay hattı bulunuyor: 1) Ilımlıdan cihatçıya geniş bir yelpazeye yayılan Vehhabi siyasal aktivizm, 2) Liberalleşme talepleri, 3) Sayıları 2 ile 4 milyon arasında değişen Şii azınlık kaynaklı gerginlikler, 4) Kabile/bölge ayrılıkları kaynaklı gerilimler. Bunlar bir yandan ülkede siyasal kırılganlığa yol açarken, diğer yandan Suud ailesi muhaliflerinin güçlerini konsolide etmesini engelleyecek ve kendi otoritesini kuvvetlendirecek biçimde bu fay hatlarını araçsal şekilde kullanmakta. Zira bu ayrışmaların kontrollü sertleşmesi hanedana “vazgeçilmez arabulucu” rolü oynayarak içeride iktidarı pekiştirmek fırsatı yaratıyor. Stratejik kültüre uygun olarak ülke içerisinde uygulanan bu yaklaşım, SAK’ın dış politikasına da besliyor.

İçerideki sorunları Ortadoğu’ya ihraç etmek

Riyad geniş Ortadoğu’da Mısır ve Pakistan’ın otonom bölgesel güç statüsü kazanmasını, kendisine karşı oluşacak bir güç konsolidasyonunu engellemeye, sorunlarını ülke dışına taşıyarak orada çözmeye çalışıyor. Bunu yaparken Sünni grupların hamiliğine oynayıp mezhebi kutuplaşmayı güçlendirirken, reel siyaset kaynaklı Vehhabi yayılmacılığını da kamufle etmekte. Özellikle İran üzerinden Şii’leri bölgesel ve küresel siyasette marjinalleştirmek, SAK’ın önde gelen dış politika hedefi. Ortadoğu’da ulus-altı ve ulus-üstü kimliklerle ilişkiye geçerek yerel ve bölgesel aktörleri Suudilerin vekiline dönüştürüyor. Tam bu noktada, özellikle 2011 sonrasında seçimle iktidara gelen popüler yönetimlerin, Krallık tarafından yaşamsal tehdit olarak algılandığının altını çizelim. Kendi halkının da günü geldiğinde seçim ve değişim talep etmesi Suudi Krallığının kâbusu. Bölgesel liderliğe oynayan tüm popüler yönetimler, ister Baasçı, ister İhvan, ister demokratik yollardan seçilmiş hükümetler, isterse de 1950 ve 1960’larda olduğu gibi Arap milliyetçisi ve Nasırcı olsun, Riyad için rakip niteliğinde. SAK, Arap ülkelerindeki iktidar mücadelelerinin üzerine sürekli benzin dökerek radikalleri destekliyor. Bununla stratejik kültürünü geçirgenlik sahibi kılıyor: İçerideki sorunlar Vehhabi ideoloji üzerinden radikal köktendinci gruplarla Ortadoğu’ya taşınırken, dışarda kurulan Sünni-Şii kutuplaşması üzerinden içeride Suudi ailesinin iktidarı meşrulaştırılıyor ve bu sayede muhalif oluşumlar bastırılıyor. Suudi ailesinin hedefi ülke içerisindeki “vazgeçilmeyecek arabulucu” rolünü bölgesel politikada da oynamasına uygun bir iklim yaratmak. Riyad’ın desteklediği radikal köktendinci gruplar değişim talep eden görece ılımlı hareketleri dönüştürdü, yok etti veya kan banyosunda gayrimeşru zeminlere sürükledi. Bunu yaparken “Sünni cepheyi” kendi liderliğinde konsolide etmeye çalıştı. Böylece SAK içeride rejime karşı biriken eleştiri ve hoşnutsuzluğu Şii karşıtlığı üzerinden dışarıya, Ortadoğu’nun çatışma bölgelerine transfer ediyor. Burada, Kâbe imamlığı da yapmış olan, Vehhabi din adamı, Şeyh Kalbani’nin Ocak 2016’ta Dubai’nin MBC kanalında yayınlanan röportajında “Biz [IŞİD’le] aynı düşünceyi takip ediyoruz ama daha rafine yoldan uyguluyoruz” dediğini hatırlatalım.

Çeki biz yazalım, siz savaşın

Söz konusu “kutuplaştırarak konsolidasyon” siyaseti SAK’ın “stratejik DNA”sına o denli sinmiş bir yaklaşım ki, Suudi krallığının en önemli isimlerinden Prens Bender bin Sultan 11 Eylül saldırılarından hemen önce İngiliz İstihbarat Servisinin başındaki isim Richard Dearlove’a “Ortadoğu’da Şii’lerin Tanrı yardımcısı olsun diyeceğimiz zamanlar çok uzak değil. 1 milyardan fazla Sünni’ye artık onlardan gına geldi” diyerek mezhep savaşlarının sinyalini yıllar öncesinden vermişti. SSCB’nin Afganistan’ı işgaliyle başlayan “Cihad”, Suudileri vekâlet savaşlarında uzman kılmıştı. O dönemde bir başka Suudi Prensi, Turki El Faysal CIA görevlilerine bunun şakasını bile yapıyordu: “Biz operasyon yapmayız. Nasıl yapılır onu da bilmiyoruz. Bildiğimiz [operasyonlar için] çek yazmak.” Bu çeklerin toplamı o tarihte 20 milyar dolar olarak tahmin ediliyor. Günümüzde Suriye’deki miktar henüz belli değil. Bilinen o tarihte Amerika’da Suudi Büyükelçisi olan Bender’in bu paranın zaman değerinden (faiz dememek için!) yararlandığına dair suçlamaların ayyuka çıktığı. Aynı Bender 2012 – 2014 arası Suudi istihbaratının başındaydı ve 3000 Suudi vatandaşı Suriye’ye giderken IŞİD da yükseliyordu.

Stratejik kültürün temel dinamiği Riyad açısından güç politikasının mantığına dayanıyor. Bu çerçevede şimdilerde Suudiler tüm coğrafyada kendi kontrollerindeki Selefi, Vehhabi gruplara “çek yazmaya” devam ediyorlar. Bu durum, dönemin ABD Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton’ın 2009’daki “Suudi Arabistan; El-Kaide, Taliban, LeT (Laşkar el-Taiba) ve içinde Hamas’ın da bulunduğu diğer terörist grupların en kritik finansal destek merkezi olarak yer almaktadır” sözlerinin Wilileaks belgelerinde yer almasıyla bir defa daha kayda geçti. Bu bonkörlüğün altında 2011 Arap İsyanlarının Suudi rejiminin tehdit algısını tetiklemesi var. Mısır’daki Sisi darbesi ve şimdi Suriye’nin ılımlı İslamcılar açısından batak bir mezarlığa dönüşünde Suudilerin rolü, temelde bu tehdit algısının sonucu.

“Gizli ittifak”

Ancak Riyad’ın bu stratejisinden beklediğini bulduğu söylenemez. Nükleer antlaşmayla Batı ile İran arasında başlayan yakınlaşma; bunun sonuncunda küresel sisteme entegre edilecek ve ekonomik açıdan daha da güçlenecek Tahran yönetimi Suudilerin kâbusu olmuş durumda. Bu noktada Suudi dış politikasının reel politik özelliği bir defa daha ortaya çıkıyor ve SAK İsrail ile yakınlaşıyor. İki taraf arasındaki ilişkinin yoğunluğu artarken, geçen ay emekli General Enver Eshki liderliğinde bir Suudi delegasyonu Kudüs’e giderek üst düzey İsrail diplomatlarıyla görüştü. İsrail ve SAK arasındaki bu yakınlaşma bugünlerde “Gizli İttifak” olarak tanımlanmakta. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ocak 2016’da gerçekleştirdiği Suudi Arabistan ziyaretinin dönüşünün ardından kullandığı, “bizim de İsrail’e ihtiyacımızın olduğunu kabul etmemiz lazım. Bu, bölgenin bir gerçeği” ifadesi, bu durumun ve belki Ankara’ya yönelik telkinlerin, İsrail-Türkiye yakınlaşmasının hemen öncesindeki dönemde, Ankara-Riyad hattında da gündeme geldiğinin emaresi olarak kabul edilebilir. Riyad’ın pragmatizmi bununla da sınırlı değil. Yabancıların ülkede aleni ibadetini yasaklayan, ve Anayasası Kuran-ı Kerim olan SAK, diğer yandan Yemen’de savaşmak için 2000 Kolombiyalı lejyonerin aylık 2700 dolar maaşla Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden Yemen’e gönderilmesine yeşil ışık yakıyor.

Türkiye Suudiler için istisna mı?

Tüm bunlar Türkiye’de İslami ve laik kesimlerde eşit biçimde Suudilere karşı mevcut olan yaygın toptancı mantığın aksine; ülke olarak Türkiye’nin, siyasal hareket olarak ise AKP’nin SAK’ın gözünde istisnai konumda olmasına izin vermeyecek nitelikte gelişmeler. Bu bağlamda genel manzarayı 2014’te dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu Open Democracy’e verdiği röportajda şaşılacak açıklıkta adeta itiraf etmişti: “Mısır ya demokratik bir ülke olarak işleyecek ya da otoriter yönetime geri dönecekti. Birinci seçenek Suudi Arabistan gibi ülkeleri tehdit etti… Suudi Arabistan’ın hayatta kalabilmesi için Mısır’da demokratik bir rejimin olmaması gerekiyordu.” Gerçekten de Arap İsyanları ve seçimler sonucunda Ortadoğu’da iktidarların değişmesi Riyad tarafından ölüm-kalım meselesi olarak görüldü.

SAK’ın Türkiye’de AKP iktidarıyla yakın ilişkiler kurduğu bir gerçek. Ancak, AKP’nin temsil ettiği, monarşi olmayan, “ılımlı İslam modeli”nin, Riyad’ın ontolojik tehdit olarak algıladığı benzerlerinden bir farkı yok. Ayrıca, AKP’nin bölgede otonom hareket etme hevesinin, örneğin; SAK’ın kendi tekelinde gördüğü, Sünni Araplara hamilik hevesinin, Riyad için rahatsız ediciliği aşikâr. Türkiye’nin bu yönde Riyad’la bağlantısız yaptığı her açıklama Suudi stratejik kültürünün tepkisini tetiklemeye mahkûm. Ayrıca, Ankara’nın Fırat Kalkanı ile dış politikasında açtığı yeni kapı, özellikle de, mesela Halep’e dair, Ankara-Moskova hattında ne pazarlıkların yapıldığı Suudiler için ciddi kaygı kaynağı. SAK Dışişleri Bakanı Cübeyr’in son Türkiye ziyareti öncesinde yaptığı “Türkiye’nin Suriye’deki pozisyonunda bir değişim yok” açıklaması bu bakımdan ilginç. Bu yönde bir ifade Cübeyr’e kapalı kapılar ardında teyid edilmiş olabilir. Ancak, Cübeyr’in bunu kamuoyu önünde yinelemesi diplomatik olarak muhatabını sözüyle bağlama manevrası olarak görülebilir. Bu tür bir manevra, kendi içerisinde yeterince ikna olmamışlığın veya kaygının bir nişanesi olarak nitelenebilir.

Peki “kundakçı” kim?

Cübeyr aynı konuşmada Suudi dış politikasının “ideolojik olmadığını” vurgulayarak ilkelerinin “denge, orantısallık, faydacılık ve uygulanabilirlik” olduğunu da belirtmişti. Esasen, yakın zamana kadar Suudi stratejik kültürünün en önemli unsurları “tedbirlilik ve riskten kaçınma” idi. Ancak, Irak’ın 5 asır sonra Şii’lerin iktidarına geçtiği, Arap isyanlarıyla kavrulan, petrol fiyatlarının düşüşte, içeride huzursuzluğun yükselişte ve İran’ın uluslararası topluma, üstelik nükleer opsiyonla döndüğü, yeni Ortadoğu gerçekliği Suudilere bu “şahin” tutumu dayatıyor. Kimi uzmanlar, babası sonrasında her hâlükârda büyük siyasi ağırlığı olacağı neredeyse kesin olan Prens Muhammed’in, ve kimi genç prenslerin, Kral’ın ve Veliaht Prens Nayef’in de onayıyla, Suudi tarihinin en ideolojik, mezhepçi ve iddialı dış politikasını izlediğini söylüyor. Söz konusu yorumların isabetliliği konusu bir yana SAK’ın cari politikalarının riskli olduğu açık. Üstelik yazılan tüm çeklere ve hatta silahlı çatışmaya bugüne kadar yapmadığı doğrudanlıkta dâhil olmasına rağmen SAK ne Suriye’de, ne Irak’ta kazanıyor. Desteklediği vekilleri zemin yitiriyor. Suriye’de kurdurduğu İslam Ordusu büyük ölçüde hayalet niteliğinde. En önemli müttefiki Türkiye’nin tavrının kontrolü de tam bu noktada önemli. Bu kontrol arzusunun sınırın ne olabileceği sorusu cevaba muhtaç. Başbakan Binali Yıldırım’ın; sonradan yalanlansa da, kapalı bir toplantıda gazetecilere, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne Suudi Arabistan’ın mali destek verip vermediği yönündeki soruya “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” şeklinde cevap verdiği bu noktada hatırlanmalı.

Silah ve mühimmat ithalinde dünya lideri olan SAK bu ithalatı, ordusunun savaşma kabiliyetini yükseltmekten ziyade, büyük ölçüde, Batı ile petro-politiğe eşlik eden münhasır bir ilişki kurma biçimi olarak kullanmakta. Ancak, Riyad’ın dış politikada risk iştahı artarken, Batı ile münhasır ilişkisinin zayıfladığının işaretleri de tedirgin edici yoğunlukta. Sosyoloji ve demografi Arap İsyanlarının SAK’ı vuracağı geleceğin de bir gün geleceğini düşündürmekte. Orta Doğu’da gerçek sistemik dönüşüm muhtemelen işte o gün başlayacak. Bu dönüşümü durdurmaya çalışırken yazılmak durumunda kalınacak çekin büyüklüğü kadar, işe yarayıp yaramayacağı da meraka değer...

***

Tarihten bir ders 1962 Kuzey Yemen İç Savaşı: Suudi Arabistan Müdahaleciliği ve Mısır’ın Vietnamı

2015’de, yerkürenin en otoriter 7. ülkesi olarak gösterilen Suudi Arabistan daima bir aileler ve kabileler koalisyonu olmuştur. Bu durum ülkenin politikasına rekabet, entrika ve eşanlı olarak aynı soruna ilişkin birden fazla siyaset izlemek olarak yansımıştır. 1962 Yemen iç savaşı Suudi Arabistan’ın ve Ortadoğu’nun bugününü anlamak, Suriye ile ilişkili politika geliştirmek açısından ders niteliğindedir. Suudi Arabistan 1960’ların başında Mısır lideri Cemal Abdül Nasır’ın etkisiyle Arap birliği idealini kovalayan “liberal Suudi prenslerin” baskısını hissediyordu. Yemen’de Cumhuriyetçi subayların geleneksel İmamlık otoritesini devirmesi, kabileler arasında bölünmüş Kuzey Yemen’de iç savaşı başlattı. Mısır tüm ağırlığını Cumhuriyetçilerden yana koyarken, rejimini tehdit altında gören ve Nasırizm’in ve Arap milliyetçiliğinin içerideki etkisinden çekinen Suudi Arabistan, Ürdün ve İngiltere’nin desteğiyle, savaşa dâhil oldu. Nasır’ın bölgede kendi liderliğinde değişim yaratma tutkusu, kendi kerametine ve misyonuna inancı, ideolojik körlüğe yol açtı. Neticede Mısır’ın Yemen’deki askeri varlığı 1965’de 55.000’e çıktı. Savaş bölgesel hegemonya için girişilmiş bir vekalet savaşına dönerken, Mısır savaşa doğrudan dâhil olarak en elit birliklerini Yemen’e sürmenin bedelini 1967 savaşında İsrail’in elinde aşağılayıcı bir yenilgiyle ödedi. Mısır’ın yenilgisinin ardında yatan ana faktörler organize, iyi desteklenen bir düşmanla son derece zor bir fiziki coğrafya ve demografide savaşmayı seçmesiydi. Esasen, “Mısır’ın Vietnam’ı” olarak nitelenen Yemen savaşı Mısır için öyle büyük bir felaketti ki, kimi uzmanlar esasen Vietnam Savaşı’nı “ABD’nin Yemen’i” olarak adlandırmanın daha doğru olacağını belirtmektedirler. Yemen’i Mısır için bataklığa çeviren Riyad, aradan geçen yarım asırda Arap milliyetçiliğini bastırmayı başardı. Bu dönemde, laik hareketler yok olurken, Müslüman Kardeşler ve Selefist/ Cihatçı akımlar Arap yarımadasında toplumsal muhalefetin ana taşıyıcısına dönüştüler.

***

Stratejik Kültür

Uluslararası İlişkilerde “stratejik kültür”, aktörlerin eylemlerinde gözlemlenen, ve zaman içerisinde belirgin bir devamlılık arz eden, düşünce ve davranış kalıplarını anlamak için kullanılır. Stratejik kültür, her devletin tarihinden; deneyimlerinden; jeopolitiğinden; bu tarih ve deneyimler içerisinde oluşmuş değer yargılarından; devletin uluslararası sistemdeki konumundan; ve, karar-almada ideolojik etki arttıkça artan biçimde, misyonuna ilişkin algılardan; sahip olduğu imkân ve kabiliyetlerden beslenir. Karar-alıcıların, aldıkları eğitimin yarattığı ortak formasyon; görev yaptıkları kurumlarda mevcut normlar; kurumsal sosyalleşme ve taklit üzerinden aktarılır. Stratejik kültür ülkeye dair ideallere, öykünmelere yansır. Uluslararası olaylara ve hasımlara ilişkin beklentilerin ve değerlendirmelerin oluşumunda devreye giren duygusal, bilişsel ve iradi süreçlere (örneğin tehdit algısı, değerlendirmesi ve karşılık oluşturması) yansır. Ülkelerin stratejik kültürü üzerine yapılan değerlendirmeler isabetlilikleri oranında öngörü geliştirmeye yarar. Ancak deterministik değildir. Tavır ve davranış beklentileri gösterge niteliğindedir. Kavram, olasılıklar çerçevesinde; Aktörden neler beklenebilir; Davranış seçenekleri nelerdir, Hangi eylem biçimleri mümkündür, gibi sorulara verilecek cevapların zenginliğini artırır. Stratejik kültürün davranışsal yönü yürütülen siyasetten takip edilebilir. Daha derin kültürel etkiyse dillendirilen veya içkin düşüncelerin, değerlerin ifadesinde, beklentilerde ve tavırlarda izlenebilir. İdeolojik sertliği yüksek, karar-alıcı çevrede konsolidasyonun yoğun olduğu durumlarda özellikle etkindir.

Kaynak: Birgun.net