İslamcı bir örgüt kırk yılı aşkın bir süredir bilgisi ve onayı dâhilinde devletin bütün kurumlarında örgütlenmiş, bunun on dört yılında başka bir İslamcı yapılanma iktidardaymış ve en az on yıl ne yaptılarsa birlikte yapmışlar, adalet, liyakat, hukuk, hepsi bir bir ortadan kalkmış, İslamcılık Türkiye’yi çürütmüş, bu yıkım günlerine getirmiş…

Şimdi bu çürümenin sorumlusu ve parçası olanlar, ekranlarda ve gazete sayfalarında birer itirafçı olarak bu çürümeyi ve ülkeyi ne hale getirdiklerini anlatıyor, güya özür diliyor, nedamet getiriyorlar. Ancak, çürümeden en çok hukuk nasibini aldığı için, bu itirafçılık seansları, tam da dinsel çürümeye uygun bir şekilde “günah çıkarma”dan öteye gitmiyor, kimse de çıkıp “ortada bir suç varsa, bunun hesabı yargıya verilir, yargılanmanız gerekiyor” demiyor.

Cemaat, kumpas davalarla, uyduruk iddianamelerle, sahte ve üretilmiş delillerle, zaten Türkiye’de varlığından hiçbir zaman emin olamadığımız hukuk devletini bütünüyle ayaklar altına aldığı ve özellikle “seküler hukuk” ortadan kalktığı için, bugüne kadar işlenen suçlar hakkında hüküm verme mercii de “Allah” ya da “millet” oluyor. Sorumlular, “kandırıldık” diye hukukta olmayan bir kavramın yardımına başvurup hukuk düzenine değil, birtakım mistik, soyut mecralara sığınmayı çok daha kolay buluyor, onlardan af diliyorlar.

68 Kuşağı’nın önemli düşünürlerinden Guy Debord, “Gösteri Toplumu” adlı eserinde “Gösteri toplumunda kurtuluş vaatleri de gösteriye dâhildir” diyor. Türkiye toplumuna 15 Temmuz Darbe Girişimi bastırıldığından beri “darbelerden ve darbecilerden kurtulma” adlı bir vaat müsameresi, vaat şovu izletiliyor. “Ya bizdensin ya darbecilerden” mesajı eşliğinde yürütülen bu şova herkesin dâhil olması isteniyor, şovun parçası olmayanlara, şovu reddedenlere, şovu teşhir edenlere, “dost-düşman siyaseti” gereği “düşman” muamelesi yapılıyor. “Milli birlik ve beraberliğimizi” bozmaya niyetli olan bu kara koyunlar, anında kalabalıkların önüne atılıp linç ettiriliyor, şova kurban ediliyor.

Bunun son, daha doğrusu ilk örneği, ne kadar enteresandır ki siyasi bir kimliği olmadığını hepimizin bildiği bir pop şarkıcısı oldu. Sıla, “demokrasi nöbetleri”ni taçlandıran geçtiğimiz pazar günkü büyük mitinge katılmayı “darbelere karşıyım ama bu şovun bir parçası olmayacağım” diyerek reddetti. Mevzuyu enteresan kılan sadece Sıla’nın politik bir sanatçı olmaması değildi, kendisine politik sanatçı diyen onlarca, yüzlerce insandan buna dair tek kelime duyulamazken, bunu söylemeye hiçbir şekilde mecbur olmayan genç bir kadının “şovunuzun bir parçası olmayı reddediyorum” deme cesaretini göstermiş olmasıydı. Sonrasında, üzerinde oluşturulan yoğun baskıya ve hatta konser iptali haberlerine rağmen, bu çürüme atmosferinde alışık olunmayan bir şekilde geri adım atmayarak sözlerinin arkasında durması da “korkunun krallığı”nın tarihine düşülen notlardan biri oldu.

Sıla’nın açıklamalarının ardından özellikle sosyal medyada ana muhalefet partisi liderinin yapması gereken şeyi Sıla’nın yaptığı yönünde çok sayıda yorum yapıldı ve evet sahiden şovun bir parçası olmayı reddetmesi gereken ana muhalefet partisi ve onun lideriydi. Oysa Kılıçdaroğlu, “milli mutabakat” ve “toplumsal uzlaşma” adı altında düzenlenen tek adama biat ve rejimin uluslararası meşruiyetini tahkim seremonisinde sahnedeki yerini aldı ve kendisine biçilen figüranlık rolünü maalesef kabul etmiş oldu.

Oysa ortada ne bir “milli mutabakat” ne de “toplumsal uzlaşma” bulunuyordu. Rejim, fiili başkanlığı anayasal statüye kavuşturmak için aradığı şeyi anayasayı değiştirmeden OHAL’de ve Kanun Hükmünde Kararnameler’de bulmuştu. Anayasanın OHAL’le askıya alındığı, parlamentonun KHK’lerle devre dışı bırakıldığı, darbe girişiminin hedefinin parlamenter demokrasi değil “lider” olduğu algısı üzerinden kitlelerin sokağa döküldüğü bir siyasi atmosferde mutabakattan ya da uzlaşmadan söz etmek ancak kötü bir mizahın konusu olabilirdi.

Bu esnada ana muhalefet partisinin içerisinden şovun parçası olmamaya dair doğru dürüst herhangi bir sesin yükselmemesi de not olarak tarihe düşüldü. Dokunulmazlıkların kalkmasından OHAL’e ses çıkarmamaya, oradan KHK’li demokrasiye razı olmaya ve sonrasında da “milli mutabakat” kervanına katılmaya, CHP’li vekiller tam da tek parti rejimine uygun düşen “düşük yoğunluklu muhalefet”in ne olduğunu cümle âleme göstermiş oldular.

Darbe girişiminin şoku atlatıldıkça iktidarın zaten söylemden ibaret olan mutabakat ve uzlaşmayı bütünüyle gündeminden çıkaracağını ve rejim inşasına kaldığı yerden devam edeceğini biliyoruz. Bilmediğimiz şey ise solun kendi göbek bağını kesip kesemeyeceği ve bir siyasi özne haline gelip gelemeyeceği. Bizim için önümüzdeki dönemin en önemli meselesi, en önemli gündemi bu.

Kaynak: Birgun.net