BURAK ABATAY / @abatayburak

Enver Aysever’in yeni kitabı ‘Aykırı Sorular’ okurlarıyla buluştu. Daha önce yaptığı televizyon programıyla da aynı ismi taşıyan kitap içerik olarak ekrandaki görüntüsünden derin farklılıklara sahip. Deneme türündeki kitap, güncel meselelere, hayata ve yaşayış şekillerimize dair birçok soru yöneltiyor. Kitap hakkında, “Hakikate dair soruları yalınlaştırdım” diyen Enver Aysever ile buluştuk ve kitap ile güncel olaylara dair keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Enver Aysever televizyonda, gazetede ve edebiyatta üretken bir isim. Ne gibi yöntemlere sahipsiniz?

Ben şuna inandım. Yaşadığımız çağda çok uyarıcı var. Çok uyarıcı içerisinde biricik olmak önemli. Bunu böyle olurum diye planlama yaparsanız da çöker. Ya doğal ve entelektüel birikiminiz buna hizmet eder ya da etmez. Ben bir illüzyon yaratmak istemedim. Çünkü zaten bir illüzyon çağındayız. İllüzyon değil yalınlık asıl gerçekçi olduğum nokta. İnsanların doğasında olan felsefe ve soru sorma gereksinimi ile varlık sorunu olmalı. Bu Türkiye’de çok rastlanan bir şey değil. Çünkü insanlarımız bunu teslimiyetle devrediyor. Oysa devretmese hayata gelmenin bir anlamı olmalı diye başlar cümleye. Ben bu kitapla o hakikate dair olan soruları bir şekilde yalınlaştırdım.

Başta edebiyatta olmak üzere gazete, ekran ve tüm iletişim araçlarında ben bunu en yalın haliyle yapabilmenin bir beceri olduğunu düşündüm. Yalınlıkla bayağılık Türkiye’de karışıyor. Tahsin Yücel şöyle der: “Ben en sade olanı bulmak için bir ömür harcadım.” Şiirin en iyisi de odur zaten. En sade olan “Ben de bunu söyleyebilirim!” dedirtir ama sonuç olarak söyleyemezsin.

Köşe yazarlığımda üslupçu olmaya özen gösteriyorum. Benim yazılarımda siyasal figürler onu demiş bunu demiş oranı çok düşüktür. Onun yerine denemeciliğin olanaklarından faydalanarak yeni bir düşünme alanı yaratmaya çalışıyorum. Köşe yazarlığı okuma ve düşünme lezzeti vermeli.

Ekranda ise entelektüel kaygıyı, estetik ölçütü ekranda o olanaklar içerisinde çağrışımlar haline getirmeye çalıştım. Dolayısıyla bu çok az kişiye denk düşebilir. Ama o denk düşenler çok önemlidir. Çünkü çok popüler bir araçta söz söylüyorsunuz.

O insanlara ulaşamama kaygısı var mıydı sizde?

Elbette. Nitekim ben düşünsel sorunları ekrana taşıma biçimi olarak insanlara çabuk ulaşabilmeyi kullandığımız bir aracın içinde olduğumuzu bildim ama estetik bir zaaf göstermedim. Cumartesi günleri yaptığımız müzikli programlarda insanları operacılarla buluşturdum, Genco Erkal’dan birçok isme kadar tiyatronun usta isimleri geldi, Fazıl Say, Zuhal Olcay konser verdi. İşçiler konuştu.

Edebiyatta kurgusal metinlerle de alışık olduğumuz birisiniz. Soru sorma fikri nasıl gelişti? Edebiyat ve felsefeden nasıl beslendiniz?

Soru sormadan bir yaşamı sürdürebilmek aslında zor olandır. Soru sormadan özgür olunabilir mi? Bu sorunun arkasından şunu da sormak gerekebilir; Özgürlük ne? Mutlak özgürlük mümkün mü? Sınırlı bir hayatın içerisinde yaşıyoruz. Buradan başlıyoruz hepimiz hayatımızda sorunlar edinmeye. Coğrafyamız tuhaftır bir köylülük kentlilik arasına sıkışmış bir kasabalılık sorunu oluştu. Biz insanımızı kentli yapabilmek adına betonlaşmayı anladık. Dolayısıyla aslında kasabalılaştırdık. Oysaki kent kurallarımız olacak ve birlikte ürettiğimiz ortam içerisinde sanattan edebiyattan faydalanacağız. Ortak yaşam alanları kuracağız, saygımız olacak ve birlikte toplumsal bir varlığa dönüşeceğiz. Biz peki ne olduk? Kültürümüzü kaybettik. Entelektüel merakı olanlarımız bu kültürel mirasın izini sürdüler. İzini sürünce de doğal olarak kök meselesi ortaya çıktı. En büyük yanılgı nedir? Bence Erdoğan iktidarının inşa olduğu mesele de odur, tarihi kendinden başlatmak yanılgısı. Bu saçma! Bu gülünç! İnsanın tarihi kendinden başlatmasının iki sebebi vardır. Birincisi cahildir. İkincisi narsisttir. Cahil olduğu için bunu ilk defa ben yaptım diyebilir. Dünyanın döndüğünü buldum desen gülerler o insana. Bu kibir halinden dolayı insanı tımarhaneye tıkarlar. Ya da narsistsindir o da kendinin problemidir. Entelektüelizm ve de soru sorma bu problemleri aşmanın yollarından biridir.

Aykırı Sorular programıyla kitap arasında bir bağ kurmak mümkün müdür?

Programla kitap arasında şöyle bir bağ kurabiliriz. Soru sorma arzusu ve alışkanlığını sürdüren bir insandan söz edebiliriz. İçerik olarak programın kitaplaştırılmış bir hali asla değil. Bu bir özgün yapıttır ve kendi yazınsal ölçütte kendi terazisi var. Ama okur bunda nasıl bir bağ kurar bilmiyorum tabii. Adı Aykırı Sorular çünkü soru soruyorum topluma. Soru sormada bir ortaklık kurulabilir. Okur burada felsefenin edebiyatın ve düşüncenin izini sürmesi için davet ediliyor. Televizyonda da bu daveti yapıyordum ama arasında çok fark var. Bir tanesi günlük bir tüketim ve üzerinde insanın düşünmesine vakti olması gereken biçimde sunmuş oluyorum. O yüzden kitap bambaşka bir yerde duruyor.

Kitapta yer alan soruların cevapsız kalmasından ya da başka bir deyişle bir monolog olmasından korkuyor musunuz?

Sorular için bazen yanıtın olması gerekmez. Sorunun bizatihi kendisi daha değerlidir. Soru olarak varlığı ve her gün yeniden doğması anlamlıdır. Bu birincisi. İkincisi ise bu soruları sorduktan sonra ben de düşünce dünyamda ve çevremde kendim yanıt aramışımdır. Okur da kendi dünyası ve çevresinde yanıtı arayacaktır. Canlı bir varlığı döner bu ilişki biçimi. Soru halinde de bir değer taşıyabilir. Her sorumuza yanıt bulabilseydik dünyaya dair olağanüstü kanaatlerimiz olurdu. İnsanın kendi ömründe her şeye çözüm bulabilecek kadar hem zamanı hem de yetisi olduğunu düşünüyorum. Marx’ın pek çok soruya yanıt verdiğini düşünürüz ama öte yandan yeni sorularla da hayatını sürdürdüğünü de görüyoruz. Peki, Marx bir soru mudur bir cevap mıdır?

Sizce nedir?

İkisi birden.

Soru sormak ülkede çok zor ve bedeli ağır bir eyleme dönüştü. Erdoğan’a gazeteci kimliğiyle aykırı bir soruyu hatırladığım kadarıyla en son Ruşen Çakır sorabilmişti. Siz bir gazeteci olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ne sormak isterdiniz?

Soru sorabilmek için karşı karşıya gelmek lazım. Açıkçası ben Recep Tayyip Erdoğan’a soru sorulmasını anlamsız, yersiz ve amaçsız olduğunu düşünüyorum. Nedeni de şu, bütün söylediklerinin neredeyse bir kanun olduğuna inanan ve az önce söylediğimiz anlamda dünyanın sırrını tılsımlı bir biçimde çözdüğünü ve insanlık için bir şans olduğunu düşünen bir kimseden söz ediyoruz. Bu kimseye soru sorulamaz. Soru sorduğunuzda sadece “ben sordum” dersiniz. Çünkü karşınızdaki insanın o soruyu işitmeye tahammülü yok. İşitmiyor. Bence asıl mesele bu. Bir sorunun sorulmuş olması da elbette bir anlamdır. Tarihe not düşülür ama ben hayatımda Erdoğan’dan bir randevu alıp, soru-cevap yapmanın bu anlamda bir gerilim, bir kavga, bir didişmeden öteye geçeceğini düşünmüyorum. Fikrine iman etmiş ve mutlak doğru olduğundan emin olan bir kimseden söz ediyoruz. Dogmanın ötesinde, bütün otoriter liderlerinin duygusal aşamalarından biridir bu. Bush, tanrının yetkisiyle dünyaya geldiğini söyleyerek Ortadoğu’yu kana buladı. Hiçbir insanın bu duyguyu taşıyor olması doğal mı? O halde liderleri buraya taşıyan sistemlere ve toplumlara mı soru sormak gerekir? İnsan neden böyle bir gereksinim duyar? Bence insanlar bu yolla kendilerini koruyorlar. Benim adıma başkası düşünsün, bilsin. Benim adıma reçeteleri olsun. Bu da otoriterleşmeye götürüyor.

Kılıçdaroğlu Davutoğlu’na dönük ‘hakkımı helal ediyorum’ demişti. Siz de eder miydiniz?

Elbette ki etmem. Davutoğlu, Türkiye’de danışmanlığından bu yana tüm siyasi hamlelerinde yüzde yüz hatalı ve başarısız olarak anılacak. Verdiği her kararla dünyayı yanlış okuyan birisi Davutoğlu. Dolayısıyla Türkiye’nin bu kadar kanlı bir süreçten geçmesinde, bu bataklığın içinde olmasında çok büyük bir payı var. Türkiye’nin en kısa zamanda tarihin çöplüğüne gitmiş bir başbakanı oldu. İstifa etme şansını dahi bulamadı. Korkunç bir şey bu.

Kılıçdaroğlu istifa etse ona hakkınızı helal eder miydiniz?

Biliyorsun ki helalleşme muhafazakâr çevrelerin kullandığı bir kavram. Bu bizim yöntemimiz değil. Ben helalleşme ya da beddua etmekten ziyade siyasal alanda mücadele etmeyi yeğlerim. Kılıçdaroğlu’nun gittiği yolun yanlış olduğunu ve mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama yani ben aynı şeyi HDP için de düşünüyorum. Öteden beri yanlıştı, yine yanlış. Dolayısıyla parlamentodaki siyasal ortamın Türkiye’yi hiç yansıtmadığını ama Türkiye’yi de eser aldığını düşünüyorum. Ülke hep aynı şeyi tartışıyor. Muhafazakâr liberal tezler üzerinden tezler aranıyor. Muhafazakâr ve liberal dil üzerinden oluşturulan bir parlamentoyu temsil ediyor tamam ama bunun dışında da hiç azımsanmayacak bir çoğunluk var. Bir de onlara dönüp ne oluyor diye sormak gerekmez mi? Siyasal İslamcı, piyasa ekonomisine uygun, Amerikancı bir parlamento. HDP’nin, CHP’nin, MHP’nin ve AKP’nin Amerikancı olmadığını kim söyleyebilir? Bana söyle elli tane karşı tez söyleyeyim. Durdukları yer tamamen farklı olmasına rağmen aynı tonda siyasal dil kullanılıyor. Oysaki ben siyasette başarının ayrışmayla başarılı olacağını düşünüyorum. Son zamanlarda Birleşik Haziran Hareketi’nin, Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’nin, CHP’nin içindeki büyük kitlelerin, belki de bir miktar Kürt hareketinin asıl tabanı olan seküler insanların daha ileri gidiyor olması, laiklik tezlerini ortaya koyması bence çok önemli.

Peki, benim bir gazeteci olarak size soramayacağım herhangi bir soru var mı?

Bana soramayacağın hiçbir soru yok. Benim bir ölçüm var. Ben soru sorarken bunu kullandım. Karşımdaki insanlara da soru sorarken o ölçüyü öneririm. Birincisi, gizli, açığa çıkarılmamış bilgileri hiç kullanmadım ben. Ekrana çıkarttığım herkese açık bilgilerle benim tarafımdan soru-cevaba tabi tutuldu. Dedikodu yapmadım. İkincisi de özel hayat alanına hiç girmedim. Somut örnek vermek gerekirse Ali Ağaoğlu ile program yaptığımda ona özel hayatıyla ilgili bir soru sordum. Ama iki gün önce kendi açıklama yapmıştı. Ona onun sözlerini sordum. Gizli bir bilgi edinip, bir magazinci tavrıyla bunu yapmam. Bunun aynısı Recep Tayyip Erdoğan için de geçerli. Bilal Erdoğan ile ilgili bir tahlil yapacaksak onun siyasal karşılığından dolayı yapmamız gerekir. Kime aşık, kimle ne tür bir aşk yaşıyor bizim sorunumuz değil. Ama parayı sıfırlama süreci, Türgev’deki konumu üzerine düşünebiliriz. Arada fark var. Bir insanla el ele yürüyor ama neden el ele yürüyoruz deme hakkımız yok. Ama sen sevgilini neden genel müdür yaptın deme hakkımız tabii ki var.

Jan Böhmermann’ı nasıl buluyorsunuz?

O sorunu ifade özgürlüğü çerçevesinde tartışmamız gerekiyor. Bir kere Avrupa’nın Merkel ile birlikte ne kadar yararcı bir tavır takındığını görmek lazım. Almanya gibi demokrasi mücadelesi vermiş, bir ayağı faşizme giden bedel ödemiş ve bir ayağı Marksizm’de olan kadim bir devletin, sadece pragmatik göçmen sorunu üzerine nasıl kendi ifade özgürlüğünü ve demokrasisini tartışmaya açtığını gördük. Ancak ifade özgürlüğü ne? Hakaret özgürlüğünü içerir mi sorunun cevabı Aybir Keşalp ağabeyimizin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne açtığı davada var. Mahkeme diyor ki, iktidar sahibi güçlerin irkiltici ve hoşuna gitmeyeceği sözlere karşı daha tahammüllü olması gerekir. Dolayısıyla hele gazeteci sert eleştiri yapıyorsa ona daha fazla tahammüllü olması gerekir. Çünkü kamuoyu yararınadır. Güç dengesi yoktur. İkincisi ise toplumu çok sarsıcı fikirlerin de güvence altına alınmalıdır. İnsanlığın kazanımıdır ileri götürür diyor. Dini konuların çok radikal bir şekilde tartışabildiklerini görürüz kimi devletlerin. Dünyanın da bu açıdan tehdit altında ve muhafazakârlaştığını görüyoruz.

Ben Enver olarak, siyasi hicvin hakaret ederek gücünü kaybettiğini, iktidarlara avantaj sağladığını düşünüyorum.

Sizin yaptığınız program da konsepti itibariyle CNN Türk tarafından kaldırıldı. Böhmermann ile bu anlamda kendiniz arasında bir paralellik kuruyor musunuz?

Bizim koşullarımız onlardan daha zor elbette. Demokratik bir süreç de var. Bir kanaldan ayrılıp başka bir kanalda iş bulabilmesi mümküdür. Kamuoyu baskısıyla işine geri dönme olanağı var. İfade özgürlüğü çerçevesinde farklı bir denklem kurup siyasal iktidarın yargılanma ve siyasetçinin alan kaybetmesi söz konusu. Mesleki örgütler var. Bizde bunların hiçbirisi yok. Biz bunları çok zor koşullarda yapıyoruz. Binbir emekle ayakta duran, Türkiye’nin bugün en korunaklı, en özgür medyası BirGün’ün bile ne zor koşullarda yayın yaptığını görüyoruz. Böyle bir ortamda nasıl bir özgürlükçü ortam çıkar ki?

Kızınızın sorularını da görüyoruz kitapta.

Çocuk soruları bazen zihin açıcı ve sarsıcı olabiliyor. Bazen de çocukça dediğimiz dünyayı keşfetme dediğimiz yönde olabiliyor. Sokratesçi filozoflar dünyaya bu tür safça ve zekice soruları sorarlar. Çocukla kuracağımız ilişkinin iyi bir ilişki olması gerekiyor ki, aramızda bir öğreti bağı da kurulsun. Çocuğun bize öğretmenlik ettiği alanlar var.

Doğan Medya’dan ayrılıp Doğan Kitap’tan kitap çıkarmanızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğan Kitap ile memnun olduğum ve başarılı giden bir ilişkim var. Doğan Grubu ile böyle bir toplu aşk, toplu nefret gibi bir ilişkimiz yok. Profesyonel değerler çerçevesinde ilişkimiz yürüdü. CNN Türk’te güzel günler geçirdim. Oraya çok katkı yaptım. O ekrandan ben de topluma ulaştım. Oraya karşı negatif bir söylemde bulunamam. Türkiye’nin bataklığında orası da payına düşeni almıştır. Yöntemlerimiz farklı olabilir. Doğan Kitap ise bağımsız bir yapıya sahip. İyi insanlarla çalışıyorum orada.

Kaynak: Birgun.net