Kanlı darbe girişiminden sonraki üç yazımda özellikle kısa vade üzerinde durmaya çalıştım. ‘Kısa vade’ Saray danışmanlarına göre 6 aymış. Yeni Çağ gazetesinden Ahmet Takan yazdı, Erdoğan Saray çekirdek kadrosu ile yaptığı toplantılarda devamlı ‘6 aylık süreye’ vurgu yapıyormuş, danışmanlar “6 ay sonra çok daha büyük sürprizler görebilirsiniz” diyorlarmış. O halde? OHAL de ikinci kez uzatılacak.

Israrla “tehlike bitmedi” uyarısı var. Önce 14 Ağustos, sonra 24 Ağustos ile 10-15 Eylül arası bir şeyler olacak lafları dolaşıyor. Uyarılar iki anlamlı, birincisi OHAL hep sürsün diye bahane, ikincisi hakikaten “tehlike bitmedi” olabilir.

Ve sanki gidişat biraz rutine oturuyor gibi. Yenikapı mitinginden sonra ‘nöbetler’ de bitecekmiş. Farkındayım, şu sıralar rutin ve normalleşme kelimelerini kullanmak epey riskli, pat diye bir şeyler olabilir. Kısa vadede, OHAL’i olağanlaştırmaktan, kendi normlarını sürdürerek normalleşmiş gibi yapmaktan başka seçenekleri de yok. Nitekim Başbakan “artık normalleşmeliyiz” dedikten sonra, o normalleşmenin memurlara izin yasağının kalkması, kışlaların önündeki iş makinelerinin çekilmesi (ama hâlâ yakın bölgelerde bekletiliyorlar) olduğunu açıkladı! Normalleşme tek adam etrafında kenetlenmek ve böylece ‘kandırılmış’ olmadaki çifte standardın keyfini sürmek. AKP’liler kandırılabilir, ama başkaları FETÖ’cüdür!

Bekir Bozdağ diyor ki “Bunlar o kadar görülmez bir yapı ki dört gözle değil bin bir dört gözle baksanız bazen göremiyorsunuz.” İyi de biz iki gözle olup biteni ayan beyan görmüştük ve yazmıştık. Belli ki sizler sadece gönül gözünüzle gönüllü seyretmişsiniz. (Madem eski defterler açılıyor, şimdilerde tekrar konuşulan Zübeyir Kındıra’nın ‘Fethullah’ın Copları’ kitabını, editörlüğünü yaparak 2000 yılında Su Yayınları’ndan yayınlayan ve yazarıyla birlikte Cemaatçi polis ve komiserlerin açtığı 30’dan fazla davaya maruz kalan da bu satırların yazarıdır!) Fethullah şeytanını taşlayan AKP’lilere bir öneri yeterli: Cemaatle ilişkisi olmayan ilk taşı atsın!

Ayrıca kandırılınca suçun yoktur, af dilenmez, af diliyorsan suçunun farkındasındır. Erdoğan, Allah’tan sonra milletten de af diledi. “Bunlara yardımcı oldum” dedi. Siyasi ve hukuki sorumluluk almadan ve üstelik itiraf yoluyla kendi kendini hem affetmiş hem beraat ettirmiş sayıldı. Peki, bunlar mesela bizim kuşağa, 12 Eylül darbesine direnenlere ne diyecek, sahi bizler hâlâ terörist miyiz yoksa darbeye karşı direnişçiler mi? Söylemeye gerek yok, son örnekte olduğu üzere darbe kime karşı yapıldıysa önce can havliyle onlar karşı çıkar, ama devrimciler bütün darbelere karşı çıkar.

Kısa vadeli gelişmelerde 2 gün sonraki Putin görüşmesi (özellikle Suriye bakımından) önemli ve ondan önemlisi Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimleri. Bekleyeceğiz. Sonrasında, orta vadede neler olabilir? Mesela şu 6 ayı da atlatabilirse, Saray’ın darbenin yıkamadığı ama parçaladığı devlet kurumlarını tamamen yıkıp yeniden inşa peşinde olacağı aşikâr. O inşaat için küresel sermayeye ve NATO’ya bağımlılığı artırmaktan başka seçeneği yok. (Körfez sermayesi filan geçici çözümler.) Buna karşı tek denge unsuru kendi toplumsal desteğini, bir nevi yeni ÖSO kurarak pekiştirmek. Unutmayalım, faşizm, cehennemden kaçış arzusundakileri başka bir ‘cehenneme kaçış’a zorlar. Faşizm kumarında, son çözümlemede kim kazanır? Elbette her zaman kasa kazanır. Kasa hep ABD’dir, küresel sermayenin memleketteki şubeleridir.

Önceki yazımda altını çizmiştim. Sadece devlet darbe yemedi, çelişkili ve zoraki hâkim sınıflar ittifakı da darbe yedi, müesses nizamın nizamı bozuldu. İçsel olgu emperyalizm deşifre oldu. (Zaten göçmenler, Suriye derken epey damarına basılmıştı!) Her darbenin arkasında olan sermaye sınıfı bu kez darbe girişimini sevmedi (başarılı olsaydı sevmez miydi?). Ama sonraki gelişmeleri sevebilecek mi? Ortalık moloz dolu. Yakında enkaz edebiyatı da başlar. Oysa AKP, laik denilen kesimleri de dâhil sermaye sınıflarını destekledi ve onların da desteğini aldı, neo liberal uygulamalar en büyük kârlarla hayata geçirildi.
Toplumsal düzlemdeki rıza ve zor ikilisindeki denklem şimdi Milli Mutabakat ve OHAL olarak somutlanıyor. Zaten rıza, yüzde 50’yle sınırlıydı, öbür yüzde 50’ye açık zor uygulandı. Saray, bundan sonra yine çelişkili yine zoraki ama yeni bir hâkim sınıflar ittifakını (Milli Mutabakat söylemiyle) yeniden kurmaya çalışacak. Ama hiçbir şey kaldığı yerden devam edemeyecek. Parametreler, aktörler, faktörler tepetaklak oldu, değişti. Değişti!

Sanırım tek değişmeyen Kılıçdaroğlu. Şimdi de Milli Mutabakat sevdalısı oldu. 7 Haziran sonrasında AKP’ye manevra imkânı tanıyan, dokunulmazlıkların kaldırılması sürecinde “Anayasa’ya aykırı” deyip “evet” diyen, “Batı’da azalan itibarını muhalefet liderleriyle yükseltmeye çalıştığı için Yenikapı’ya gitmiyorum” dedikten sonra tıpış tıpış giden bir Kılıçdaroğlu…

Evet, AKP-Cemaat koalisyonu üç yıl önce çökmüştü, 7 Haziran sonrası her türlü koalisyonu imkânsız kılan Saray şimdi sözüm ona bir Milli Saray Mutabakat ‘koalisyonuyla’ badireyi atlatma derdinde. AKP kadrosu giderek daraldı ve bu yüzden yeni müttefiklere ihtiyacı var. Güçler dengesi yeniden kurulacak, ama dengesizlik, fetret devri devam ederken bu tür manevralarla denge varmış gibi gösterilecek. Ve zaten Demirtaş’ın olmadığı bir kürsüde Milli Mutabakat da olmaz, sadece Türk Mutabakatı olur. (Bu satırları Kılıçdaroğlu’nun mitingde ne söylediğini öğrenemeden yazıyorum. Yenikapı kürsüsünde zevahiri bir parça kurtarabilir mi, bilmiyorum.)

Gidişatı görmek için ha bire gözlük camını temizleyenler var. Oysa sorun gözlükte değil, gözlerinde! Gözlerini kapatıp bakınca gözlük ne fayda etsin!

Görülmüyorsa bari işitilsin. Bakın Milli Savunma Bakanı Fikri Işık TSK bahsinde ne demişti? “Güç temerküzü olunca sonunda darbe oluyor. Gücün tek elde toplandığı 98 ülkede silahlı 217 darbe girişimi olmuş. Bunu gören demokratik ülkeler gücü dengelemişler.”

İyi de gücü şimdi Saray’da temerküz ettiriyorlar! Şaptan şeker, Saray’dan demokrasi olur mu?

Kaynak: Birgun.net