Perşembe sabahı (18 Ağustos) Antalya’nın güzel köşesi Kalkan’da (artık ilçe değil Kaş’ın mahallesi) güneşin ilk ışıklarının üzerine düştüğü yarım adanın fotoğrafını çekmiş, İnstagram sayfama koymadan önce altına da şöyle yazmıştım:

“Sabahın ilk ışığı… Henüz kirlenmemiş bir gün başlıyor!”

O dakikalarda turkuaz bir deniz, güzel bir hava, masmavi bir gökyüzü ve kana bulanmamış bir gün vardı. Henüz Elazığ, Bitlis, Van’da bombalar patlamamış binalar havaya uçmamış, insanlar parçalanmamış, yakınlarının yüreklerine büyük acılar düşmemişti.

Ben o anlarda Kalkan için bir şeyler yazmayı düşünüyordum. İlçe olmaktan çıkartılıp Kaş’ın bir mahallesi olan Kalkan’ın kadersizliğini… Yıllar önce burada Beykoz Sözlü Tarih kitaplarından son ikisini yazarken tanıdığım Önder Elitez’i bir kez daha anmak istiyordum. Avrupa’da çalışma yıllarını tamamlayıp Kalkan’a gelip yerleşmiş, Türk Evi adını verdiği bir butik otel açmıştı. Norveçli eşi Selma ile birlikte özel bir tesis oluşturmuştu. Derdi para kazanmak değil, hep birlikte güzel yaşamaktı. O yüzden Belediyesini uyarıyordu: Kanalizasyonu denize vermeyin, Kalkan’ı bitirirsiniz!

Belediye de ona karşılık veriyordu. Güneş enerji sistemini zeminden sök, çatıya kur!.. Elitez anlatıyordu ki, çatıların üzerinde görüntü kirliliği oluşturuyor bu sistemler, yere indirelim, ilçemiz güzel görünsün.

Olmadı, dinletemedi. 2012 yılının yaz başında da bu dünyadan alıp başını gitti. Türk Evi duruyor. Eşi Selma Hanım da… Bomboş geçen yüksek turizm sezonunda, tamamı yabancılardan oluşan konuklarını ağırlıyor.

Başka şeyler de vardı, yazacağım… Yüz metre ilerisindeki cami dururken, İndigo isimli sahil kafenin şezlonglarına uzanmış bikinili kadınlar arasında öğle namazı kılan Neo-Müslümanları ve onları “Yoga mı yapıyorlar?” diye meraklı bakışlarla izleyen İngiliz turistleri…

Ama olamıyor işte!

Nazım Hikmet’in ünlü “Davet” şiirindeki gibiyiz… Üstat memleketimizi anlatırken diyordu ya:

“Bilekler kan içinde
Dişler kenetli
Ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen bu toprak
Bu cehennem bu cennet bizim.”

Ülkemizin cennet olduğu söyleniyor sıklıkla, ama düzenli çalışan bir mekanizmaya sahip cehennemde gibi yaşıyoruz.

Sabah mesaisi ile birlikte terör de başlıyor. Artık yöntem farkı kalmayan eylem biçimleriyle planladıkları hedefleri havaya uçuran, karşısındakileri zayıf düşürdüğüne inanan örgütlerin icraatları sahne alıyor.

Ülkenin cennet köşesinde olsanız da cehennemi yaşıyorsunuz.

Bu halimizle de sancılar içinde kıvranan ülke olmaktan kurtulamıyoruz!

***

Seferihisar Karakılçık Buğdayı

Bazen bir insan tek başına pek çok şeyi değiştirebilir. Bu sav için iki kesinleşmiş örnek var. Birincisi Eskişehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, onun hemen arkasından da Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer geliyor.

O kadar çok güzel işler yapabiliyorlar ki… Kıvanç Ege’nin yazıp yolladığı son habere buyurun:

“Seferihisar Belediyesi “Başka Bir Tarım Mümkün” projesi kapsamında hayata geçirdiği Can Yücel Tohum Merkeziyle günümüzde altın değerindeki yerli tohumları keşfetmeye devam ediyor. “Başka Bir Tarım Mümkün” sloganıyla ortaya çıkan tarım politikasının 4 basamağı bulunuyor. Ekolojik tarımı gerçekleştirmek ve geliştirmek adına üretici pazarları açılıyor, üretici birlikleri, kooperatifler, birlikler kuruluyor, tarım ürünü bir sanayi ürünü haline getiriliyor ve yerli tohuma sahip çıkılıyor. Bu noktada Can Yücel Tohum Merkezinin yaptığı çalışmalarla köylerde, sandıklarda kalmış yerli tohumlar sofralarımıza tekrar kazandırılıyor!

Bu tohumlardan biri de 2011 yılında Seferihisar’ın Gödence Köyünde keşfedilen Topan Karakılçık Buğdayı. Uzun uğraşlar sonucu çoğaltılması sağlanan buğday, köy değirmeninde aynı atalarımızın yaptığı şekilde öğütülerek un haline getirildi. Yüzde yüz doğal olarak elde edilen unla Turgut ve Ulamış köyündeki kadınlar ekmek yapmaya başladı. Ekmekler Beyler köyündeki taş fırında pişirildi ve Seferihisar merkez ve Sığacık’ta bulunan belediyeye ait Seferihisar Bakkalı’nda satılmaya başlandı.”

Kaynak: Birgun.net